25 Nisan 2023 Salı

Erken Hristiyanlık ve Kilise Mimarisi

Bu yazıda Geç Antik Çağ’da kilise mimarisinin ortaya çıkışından bahsedeceğim. Tabi öncesinde hristiyanlığın ortaya çıkışı ve erken dönemlerini konuşmak da gerekiyor. Zira kilise mimarisi bu dönemle bağlantılı olarak şekilleniyor.

Geç Antik Çağ aslında görece yeni bir tanım ve tam sınırlarını söylemek kolay değil. Bir çok farklı öneri var. Ben bu yazıda Roma İmparatorluğu'nda ilk Doğu-Batı ayrımını yapan ve tetrarşiyi (dörtlü yönetim) kuran İmparator Diocletianus ile başlayıp Batı Roma'nın yıkıldığı tarihle biten süreci kastediyorum. Yani yaklaşık 250-450 arası gibi bir şey. Tam da kilise mimarisinin ortaya çıkışını konuşmak için ideal bir dönem. Yani bugün anladığımız anlamda kilise mimarisi bu dönemde ortaya çıkmıştır dersek yanlış olmaz. 

17 Nisan 2023 Pazartesi

Medusa

Antik Yunan mitolojisinin önemli karakterlerinden olan Medusa'ya biraz yakından bakalım. Yani sözün gelişi tabi. Yoksa biliyorsunuz, Medusa kendisi ile göz göze geldiğinizde sizi taşa çevirmesi ile ünlü bir hanımefendi. Bir nevi "Taş gibi hatun" deyiminin türevi/tersi yani...

Yazıda önce mitolojinin büyülü dünyasında kalıp Medusa'ya dair anlatılardan söz edeceğim ancak sonlara doğru bu büyüleri Robert Graves'ten yararlanarak bozup Medusa figürünün nereden türemiş olabileceğine dair yorumlara yer vereceğim.

31 Ekim 2022 Pazartesi

Vefasız Theseus

Bu yazıda antik Yunan mitolojisinin önemli aktörlerinden bir olan Theseus’u konuşacağız. Mitolojideki tanrılar ve tanrısal varlıklardan sonra gelen kahramanlar sınıfına mensup olan Theseus başından geçenlerle bir çok sanat eserine konu olmuş (bunlara değineceğiz), kıssadan hisse tadında mesajlarla dolu (bunlara da değineceğiz) maceralar yaşamış ve mitlerin onların yaratıldığı, anlatıldığı dünya ile ilişkisine dair önemli ipuçları taşımıştır günümüze. Asıl konumuz da bu zaten, yoksa mitin envai çeşidini internetten bulabilirsiniz.

Yine de adet yerini bulsun, Theseus'un Minotauros mitini hızlıca bir aktaralım...

Antik Yunan mitleri aslında neredeyse hepsi birbirine bağlı devasa bir külliyatın parçalarıdır. Yani bir mite başlamak her zaman zordur. Bu zorluk aslında mitlerin bir başlangıç noktası olmamasından ileri gelir. Mutlaka o başlangıç durumunu oluşturan başka olaylar da olmuştur ve onlar da başka mitlerle bağlantılıdırlar. Yani her seferinde eksik bırakmamak için en baştan başlamak gerekir ama bu da çok uzatır hikayeyi. Ayrıca mit ilerlerken de dallanır budaklanır, her zaman ana yoldan çıkıp başka yollara, başka mitlere kayılabilir... Neyse biz kestirmeden en kısa yoldan özetlemeye çalışalım.

Theseus bir kralın oğlu. E herhalde... Yoldan geçen düz bir adam olmayacak ya. Gerçi bu durum, mitlerin sınıfsal yapısına dair de bir şeyler söylüyor. Marksist bir bakış açısıyla “Yoldaşlar! Neden bu kahramanların hepsi ya bir tanrı(ça)nın ya da kralın oğlu oluyor? Antik dünyanın emekçileri.... Birleşin!” diye bir serzenişte bulunmak da bence gayet anlamlı. Gerçekten de Yunan mitolojisinde -muhtemelen diğer mitolojilerde de- sıradan insanlara çok nadiren, o da figüran olarak rastlanır. İster tanrılar aleminde isterse de insanlar arasında geçsin başrolde her zaman aristokratlar yani en üst sınıftakiler vardır. Gerçi bu edebiyat tarihinin önemli bir kısmında tüm eserler için geçerli bir şey. Sıradan insanın hikayesi için ancak 20. yüzyılı beklemek gerekiyor. Pek emin değilim ama  James Joyce’un Ulysses’i bu konuda en erken örneklerden biri olabilir. Bu ilk örneğin kurgusunu ve adını Odysseia’dan alması bu bağlamda ilginç bir ironi de değil mi aynı zamanda... Neyse bu tartışmayı edebiyat tarihçilerine bırakıp konumuza dönelim. 

12 Mayıs 2022 Perşembe

Video Anlatımlar

Bu sayfada bilgisayar oyunlarını kullanarak veya onlardan bağımsız, çoğunlukla antikite ve Osmanlı mimarisine dair anlatımları bulabilirsiniz.

1- Aşağıdaki bağlantıya tıklayarak Mısır Piramitleri'nin nasıl ortaya çıktığını izleyebilirsiniz:



2- Aşağıdaki bağlantıya tıklayarak Klasik Dönem Atina Agorası'nda rehberli bir gezinti yapabilirsiniz:

 

3- Aşağıdaki bağlantıya tıklayarak Klasik Dönem Atina Akropolü'nde rehberli bir gezinti yapabilirsiniz:



4- Aşağıdaki bağlantıya tıklayarak kehanet hakkında bilgiler eşliğinde Delphoi kutsal alanında rehberli bir gezinti yapabilirsiniz:



5- Aşağıdaki bağlantıya tıklayarak Olimpiyatlar hakkında bilgiler eşliğinde Olympia kentinde rehberli bir gezinti yapabilirsiniz:



6- Mimar Sinan'ın yaşamı hakkında güvenilir kaynaklardan derlenen kısa bir giriş dersini aşağıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz









26 Temmuz 2021 Pazartesi

Antik Dünyada Spor ve Olimpiyatlar

Hazır Covid-19 nedeniyle ertelenen 2020 Olimpiyatları 1 sene rötarla da olsa başlamışken olimpiyatların mitolojik ve tarihsel hikayesine değinelim bugün.

Günümüzde -normalde- 4 yılda bir düzenlenen ve tüm dünyayı kapsayan olimpiyat oyunlarının kökeni bilindiği gibi antik Yunan'a dayanır. Ancak bu bilgi çoğu zaman olimpiyatların antik dönemden beri yapılageldiği sanısına yol açar ki bu doğru değil. Aslında antik oyunlarla günümüzdekiler arasında bir çok fark da var ama detaylara girmeden önce olimpiyatların ortaya çıkış anlatılarına değinelim. 

Koşucular... (Kaynak: web1)

Mitolojik anlatıları aktaran bazı kaynaklar oyunların kökenini Pelops için yapılan şenliklere dayandırırken bazıları ise oyunları ünlü Herakles'in başlattığını söyler. Herakles hakkında detaylı bilgi için blogtaki onunla ilgili yazıya göz atabilirsiniz. 

Oyunların başlamasına dair mitolojiyi işin içine karıştırmayan anlatım ise şöyle:

2 Mayıs 2021 Pazar

Beyt’ül Hikme ya da Bilgelik Evi

Bu yazıda İslam dünyasının altın çağındaki bir kurumdan, Beyt’ül Hikme’den bahsedeceğim.

Bugün İslam coğrafyası özellikle Batı dünyası ile karşılaştırıldığında büyük oranda cehaletin ve ataletin ürettiği, yozlaştırıcı bir sisle kaplanmış gibi görünür. Bu durum kimi zaman İslam dininin etkisi, kimi zaman onun yanlış yorumlanışı/yaşanışı kimi zamansa ondan bağımsız olarak iklim gibi doğal verilere dayanılarak açıklanmaya çalışılır.

Konunun uzmanı olmamakla birlikte benim düşüncem ikincisine daha yakın. Yani "gerçek İslam bu değil"cilik. :) Böyle deyince de bir çok saçmalığı meşrulaştırmış gibi hissettim kendimi. Bir parantez açayım, bir çok konuda böyle düşünmüyorum, yani evet, o gördüklerinizin çoğu "gerçek İslam". 

Neyse, bu konudaki düşüncemin en önemli dayanaklarından birisi tarihin bazı dönemlerinde aynı dine inanan ve aynı iklimde yaşayan bu toplumların o zamanlardaki Batı dünyasından yani Avrupa'dan çok daha gelişmiş bir uygarlığa, ileri bir bilimsel düzeye sahip olmaları. Bu yazıda bunun bir örneği olarak Abbasi döneminden ama özellikle o dönemin simge kurumlarından biri olan Beyt’ül Hikme’den bahsedeceğim.

Abbasi döneminde kurulan ve neredeyse İskenderiye Kütüphanesi ile kıyaslanacak kadar önem taşıyan bir kurum olarak anılan Beyt'ül Hikme, sadece bir kütüphane değil bir çok farklı alanda bilgi ve düşünce üreten bilim insanının toplandığı bir odaktı. Peki İslam dünyasında böyle bir odak nasıl var oldu ve daha önemlisi nasıl yok oldu? Bunu anlamak için önce erken İslam tarihine bakmamız gerekiyor.  

Abbasi Kütüphanesi'ndeki (herhalde Beyt'ül Hikme kastediliyor) alimler. El Hariri makamatı, Yahya ibn Mahmud el-Vasıti illüstrasyonu (1237) (3). 
Yalnız kitaplık IKEA'dan galiba...

25 Nisan 2021 Pazar

Dionysos ve Korsanlar

Dionysos en sevdiğim Antik Yunan tanrılarından biri. Zeus, Athena veya Apollon gibi standart bir tanrı değil. Sonradan tanrı. Geçmişi, annesinin bir ölümlü olması (ki bu başlıca Yunan tanrıları içerisinde bir istisna idi), doğumu, ve tekrar doğumu, tanrı olma süreci ve sonrası çok karmaşık. Hatta “Olympos Tanrıları” içerisinde sayılmaması bile başlı başına bir mesele. Müthiş çok anlamlı anlatılara sahip.

Ayrıca çeşitli ritüelleri ve tiyatro ile bağları nedeni ile günümüz kültürüne çok ciddi etkileri olduğunu söylemek de mümkün. Bu nedenle örneğin Nietzsche’nin uzun uzadıya işlediği, üzerine düşündüğü, yazdığı bir figür.

Dionysos’u detaylı anlatmayı başka bir yazıya bırakıp onun bir mitini konu edinen olağanüstü bir sanat eserinden bahsedeceğim. Resim "kylix" denen bir içki kabının zeminine yapılmış. Bunun anlamını ve teknik detaylarını yazının sonunda paylaşacağım ancak önce konusundan bahsedelim.

Ha pardon, önce resmin kendisini görelim tabii ki:

Vulci'de bulunan siyah figürlü kylix. "Exekias Ressamı" diye bir sanatçıya atfedilen bu eser MÖ 530 civarına tarihlenir. Yüksekliği: 13,6 cm, çevresi: 30,5 cm. Şu an Münih Staatliche Antikensammlungen koleksiyonunda (1).

Kylixin iç yüzünde işlenen mit Homerik ilahilerden birinde şöyle aktarılır (benim serbest ve absürt çevirimle):

19 Aralık 2020 Cumartesi

Roma Tapınakları

Geçenlerde Yunan tapınaklarını yazarken Roma tapınaklarını da yazmanın yararlı olacağını düşündüm. Zira aslında Anadolu’da gezerken rastladığımız tapınakların çoğu Roma döneminden kalma. Ama aynı zamanda hemen hepsi de Yunan tarzında yapılmış. Bu karışıklığı birazcık didikleyeceğiz aslında bu yazıda. Yoksa kuru kuruya bir karşılaştırma kolay, onu Google da yapar. 

Her ne kadar böyle atarlı laflar etsem de karşılaştırmalar da yapacağım tabi. Zira Roma tapınaklarını sıfırdan anlatmaktansa Yunan tapınakları üzerinden okumak daha anlamlı. Onun için blogtaki Yunan Tapınakları ve Antik Yunan Mimarisinde Düzenler yazılarını okumanızı öneririm. Yazının sonuna linklerini koydum.

Evet, başlayabiliriz. Şimdi, Romalıların tapınaklarını incelemek için önce Romalıların kim olduklarını biraz konuşmak gerekiyor. Tabi bu bizim ve blogun boyunu aşacak bir konu ama kısaca özetlemeye çalışayım.

Romalıların kökenleri tam bilinmiyor. Mitolojik anlatılara bakacak olursak Troya Savaşı’ndan sonra kent Yunanlar (Akhalar ya da Mykenler demek daha doğru belki) tarafından yağmalanıp yakılırken Aeneas adındaki bir soylu prens (ki annesi Tanrıça Aphrodite oluyor bu abinin) babasını ve 3-5 (ya da 20-30, mitoloji bu, sayılara takılmayın) kankasını alıp kentten kaçıyor ve Romalı yazar Vergilius’un Aeneas destanında anlattığı bin bir macera sonunda bugün Roma kentinin bulunduğu kıyılara çıkıp kentin ve Romalıların temelini atıyor. Bu arada MÖ 1. yüzyılda yazılan bu eseri şiddetle öneririm. İlyada ve Odisseia'nın üstüne güzel cila olur...

Aeneas'ın Troya'dan Kaçışı, Pompeo Batoni (1753). Kaynak: web1. 
Aeneas babasını sırtına almış kaçarken arkada Troya yakılıyor. Aeneas Venüs'ün (Aphrodite) oğlu olduğu için muhtemelen hemen arkasında kaçmasına yardımcı olan kadın Venüs ve küçük çocuk da oğlu Iulus olmalı. Caesar’ın ve daha sonra Augustus’un isimlerinde yer alan “Iulius” işte bu çocuktan gelmedir. Yani bu aile köklerin Iulus’A dolayısıyla Aeneas’a ve Venüs’e dayandırır. 

Aeneas aymı Odysseus'a benzer biçimde türlü maceralar atlattıktan sonra takipçileri ile birlikte bugün İtalya dediğimiz (o zamanlarda böyle bir ülke yok doğal olarak) çizmenin batı tarafında, ortasına yakın bir yerde karaya çıkıyor. Sonra efendim olaylar, olaylar... Remus ve Romuluslar, kurdun emzirdiği çocuklar ve Roma kenti kuruluyor... 

8 Aralık 2020 Salı

Antik Yunan Tapınakları

Evet, bu yazının konusu antik kentlerin en fotojenik yapıları olan tapınaklar. Tabi sadece antik Yunan tapınaklarını ele alacağım. Bunlara çok benzeyen ama aslında ciddi farklar da içeren Roma dönemi tapınaklarını artık başka yazıda konuşuruz. Bu yazı yeterince uzun ve sıkıcı olacak gibi zaten.

Çok acaip derin bir konu, nereden tutulur, nasıl gidilir bilmiyorum ama başlayalım bakalım. İlk önce kökenleri. (Bir yazıya nasıl başlayacağınızı bilmiyorsanız hemen kökenine, tarihçesine filan girin. Ordan bi şekilde akar gider...)

Antik Yunan Tapınaklarının Kökenleri
Tüm toplumlarda olduğu gibi doğal olarak Yunanlıların da ilk tapınakları hakkında kapsamlı bilgimiz yok, muhtemelen taştan değil kerpiç ve ahşaptandılar ve günümüze izleri kalmadı (ya da henüz bulamadık, ya da ben bilmiyorum, bilen haber etsin). Hatta bir çok uzmana göre en erken tapınma ritüelleri mağaralarda veya açık alanlarda yani herhangi bir binaya gereksinim duyulmadan yapılmaktaydı.  

Bu arada “Yunanlılar kim?", "En erken Yunanlılar kimler?" gibi derya deniz başka sorulara açılıyor bu kapı. Detaya girmeden şöyle diyeyim, bu konuda baya bir tartışma var. Genelde uzmanlar tarihte dile göre sınıflandırma yapıyorlar, yani Yunanca konuşan halkları Yunan olarak kabul ediyorlar. Ama tabi bu hala tartışılan bir konu. 

Yunanca konuştuğuna emin olduğumuz ilk topluluklar bugün “Mykenler” olarak adlandırdığımız Yunan anakarasının güney bölgelerinde yaşayan (muhtemelen buralara Bakır çağında (MÖ 1600ler) kuzeyden geldiler) ve Mykenai, Pylos, Trynis ... gibi bağımsız kent-devletlerinde yaşayan kavimlerdi. İşte bu arkadaşların tapınaklarına dair pek bir bilgi yok elimizde. Mezarlarını biliyoruz, saraylarını biliyoruz ama tapınak... cık. Tabi bu tapınakları yok anlamına gelmiyor. Dediğim gibi muhtemelen kerpiç ve ahşaptan oldukları anlamına geliyor. Yine muhtemelen bu tapınaklar MEGARON plan şemasına sahiplerdi. Çünkü sarayların kabul salonlarında ve bazı evlerde bu plan şemasının prestij göstergesi olarak kullanıldığı biliniyor. Megaronun kökeni ise tartışmalı. Yunan anakarasına ait olduğunu söyleyenler de var, Anadolu’dan oraya gittiğini söyleyenler de...     


Tipik bir Myken dönemi megaronu. 
A: Giriş Mekanı - Önü açık, üstü kapalı yarı açık alan giriş portikosu/sundurması olarak da adlandırılabilir.
B: Ara Mekan - Bu mekan opsiyonel. Genelde erken dönem Myken megaronlarında bulunuyor, daha sonraları pek görünmüyor.
C: Ana Mekan - Ortada ocak/sunak vs... olabiliyor. Ortadaki dört sütun opsiyonel. Mekan büyük olursa mecburen konuluyor. Bu megaron aynı zamanda taht odası olarak kullanıldığı için alt tarafa bir de taht yerleştirilmiş. (Dikdörtgen olan)
Dipnot olarak ülkemizde Mimarlar Odası'nın ambleminin de megarondan geldiğini hatırlatayım.
Bu arada Mykenler yazıyı kullanıyorlardı zaten bu sayede Yunanca konuştuklarını biliyoruz ve bugün Yunan mitolojisindeki bazı tanrı-tanrıça isimleri o metinlerde geçiyor. Taa o zamandan gelenler var yani. Ama hepsi değil. Artık Yunan mitolojisindeki bir çok figürün doğu kökenli olduğu neredeyse kesin olarak biliniyor. 

21 Kasım 2020 Cumartesi

Binaların Altında Kalan Tanrılar

Yok, başlık yanıltmasın sizi, bir mit anlatmayacağım. Yakın zaman önce yaşadığımız üzücü depremle de ilgili değil... Ya da ilgili mi acaba? Tam emin değilim... 

İzmir'de özellikle kent merkezinde Helenistik ve Roma dönemi kalıntıları ile sıklıkla karşılaşırız. Agora ve çevresinde o zamanki adıyla Smyrna'ya ait bir çok yapının izi, arkeologların özenli çabalarıyla gün yüzüne çıkartılıyor. Kadifekale'nin de kentin Akropolisi olduğunu biliyoruz. Ancak İzmir'de antik kentlerde sıklıkla karşılaştığımız görkemli tapınak kalıntılarının olmayışı hep dikkatimi çekmiştir. 

Şüphesiz tüm antik kentlerde olduğu gibi Smyrna'da da bir çok tapınak, sunak, kutsal alan bulunuyordu. Ancak kentin, Helenistik ve pagan Roma dönemlerinden sonra Hristiyan Roma, Beylikler, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde aynı alanda gelişmesi günümüze sınırlı sayıda yapının algılanabilir bütünlükte gelebilmesine neden olmuş. Ve maalesef bunların arasında da antik kentlerde görmeye alıştığımız tapınaklar yok. Tabi Bayraklı Tepekule'deki Athena Tapınağı hariç. Onu ve bence biraz da sorunlu restorasyonunu başka bir yazıda ele alalım... 

Bu yazıda Helenistik ve Roma döneminden kalma yerini bildiğimiz bir kaç tapınaktan bahsedeceğim. Öncelikle çok emin olmadıklarımdan... Birincisi antik kentin Akropolisi olan Kadifekale tepesinde mutlaka kutsal alanlar ve tapınaklar olmalı idi ancak bildiğim kadarıyla bunlardan hiç bir iz kalmamış. İkinci olarak bugün Agora alanının kenarındaki okul binasının olduğu yerde bir tapınak olabileceğini alanda çalışan arkeologlardan duymuştum. Okulun oturduğu terasın topografyası, boyutu ve yönlenmesi, Agoraya yakınlığı burada bir tapınak olabileceğini düşündürüyor ancak tabii ki bu konuda daha kesin şeyler söyleyebilmek için okulun taşınıp arkeolojik araştırmaların yapılması gerekiyor. Kazı ekiplerinin ürettiği çizimlerde de hep o okulun olduğu alanda "Tapınak (?)" ibaresi var. 

17 Ekim 2020 Cumartesi

Antik Çağ Romanları

Tarihi romanlar, tarihi sevmenin, sevmeye başlamanın iyi bir yolu. Ben özellikle Antik Yunan ve Roma’da geçen romanların hastasıyımdır. Rastladığım bu kapsama giren kitapları hemen alır okurum. Gerçi galiba başlarda daha keyif veriyordu bu kitaplar. Artık bazen kendimi yazarın yaptığı tarih hatalarının peşine düşmüşken buluyorum. Bir nevi mesleki deformasyon.

Yeri gelmişken sıklıkla yapılan tartışmaya da değinmeden geçmeyeyim, tarih kurgu eserden (roman, dizi, sinema vs...) öğrenilmez arkadaşlar. Şüphesiz bu eserler dönemleri gözümüzde canlandırmamıza müthiş katkı sunarlar ancak bunların bir kurgu olduğunu, bilim insanlarının kaygı ve dikkatlerine sahip olmadıklarını akıldan çıkarmamak lazım.

Aşağıda bu alana ilgi duyanlar için bazı kitap önerilerim ve kısa tanıtımlarım var. En çekindiğim şey bir roman veya film hakkında spoiler yemek olduğundan mümkün olduğunca içeriklere girmemeye çalışacağım merak etmeyin. Sıralamayı genelde yaşandıkları/kurgulandıkları döneme göre yaptım. Önce Arkaik, sonra Klasik ve Helenistik dönem, en sonda da Roma dönemi romanları...

12 Ekim 2020 Pazartesi

Troya'nın Yeni Finali

Troya Savaşı ve sonucu hakkında herkesin iyi kötü bilgisi vardır. 

Çook çok özetle, Akhalar, yani Yunanistan anakarasından gelen kavimlerden oluşan ordu 10 yıl boyunca Troya kentini kuşatır, türlü türlü savaşlar olur ancak bir türlü kent ele geçirilemez. En sonunda kurnaz Odysseus bir "Tahta At" hilesi ile kenti alma planı yapar. Akhalar sanki yenilmişler gibi gemilerine binip geri çekliecek, Bozcaada arkasına saklanacaklardır. Çekilmeden önce de -sözde- dönüş yolculukları sorunsuz olsun diye tanrıların gönlünü yapmak için büyük bir tahta at inşa edip adak olarak Troya sahiline bırakacaklardır. Tabi asıl plan, bu tahta atın içine savaşçıların gizlenmesi, Troyalılar atı kentlerine sokunca içerden kent kapılarının bu savaşçılar tarafından açılması ve geri dönen Akha ordusunun kente dalıp katliam yaparak kenti ele geçirmesi vardır ve plan tam da böyle gerçekleşir.

Saftirik Troyalılar tahta atı kente alıyor. Hiç inandırıcı değil. Bi de halay çekiyolar. Yok artık... Ama hakkını verelim, çok güzel bir görselleştirme. Ne yazık ki internette sahipsiz dolaşan bu görselin kime ait olduğunu bulamadım. 
(Görsel: web1)

Bu anlatı ve sonrasında Odysseus'un yurduna dönüş macerasını konu alan yani Homeros'un ünlü Ilyada ve Odysseia mitleri herhalde şimdiye kadar en çok yazılan, okunan yorumlanan anlatılardır. Haklı olarak Batı edebiyatının başlangıcı olarak kabul edilir. Tabi Homeros hikayenin tamamını anlatmaz. Örneğin tahta at kısmı Homeros'ta yoktur, diğer kaynaklara başvurmak gerekir.  

Neyse, amacım çok fazla bu anlatıların derinlerine dalmak değil, yoksa çıkamayız ama şimdiye kadar okumamış olanlara Ilyada ve Odysseia'yı şiddetle tavsiye etmeden geçmeyeyim. Doğrudan Homeros'un ağdalı diline atılmaktan çekiniyorsanız öncesinde düzyazı olarak, örneğin Şefik Can'ın "Klasik Yunan Mitolojisi" kitabı veya benzer bir çok kaynaktan mitin düzyazı ve özetlenmiş halini okuyup sonra Homeros'a geçebilirsiniz. Ama Homeros'u mutlaka okumanız gerekir. Çok görkemli ve etkileyici bir anlatımdır. 

Anadolu'nun görkemli anlatıları/anlatıcıları deyince ben hep şu üç kişiyi kafamda birbirine çok yakın addederim:

Homeros --- Yaşar Kemal --- Halikarnas Balıkçısı


Yaşar Kemal'in özellikle dönüp dönüp okuduğum İnce Memed'inde Homerosvari bir tat bulurum. Halikarnas Balıkçısı da bana sanki Ege'nin Yaşar Kemal'i gibi gelir.

4 Ekim 2020 Pazar

Ayasofya Kilise mi, Cami mi, Müze mi?

Hakkında bu kadar çok şey yazılan bir yapı hakkında yeni bir şeyler yazmak zor. Herkesin bu kadar bildiği ya da belki bildiğini sandığı bir yapı hakkında... Ama Caesar yazısında da söylediğim gibi bazı şeyleri o kadar çok bildiğimizi sanıyoruz ki bu sanrımız o şey hakkındaki bilgisizliğimizi gizleyebiliyor. Bu nedenle Ayasofya’yı derli toplu bir şekilde tekrar yazmak iyi olacak gibi görünüyor. Hazır bunu yaparken de Ayasofya'nın bariz olarak gözümüzün önünde değişip duran işlevlerinden başka bir işlevi daha olduğunu söyleyerek biraz algımızı genişleteyim istiyorum:

İktidarın temsili olarak Ayasofya. Bu da gerçi çok bilinmeyen bir şey değil ancak bazılarımıza yeni gelebilir. Ayasofya ayakta durduğu yaklaşık 1500 yıl boyunca sürekli değişen güç odakları tarafından işlevinden bağımsız, çoğu zaman onu aşan düzeyde bir göstergeye dönüştürülmüştür.

Çok havalı laf ettim, bakalım altından kalkabilecek miyim... 

Marmara Denizi fonu ile Ayasofya (Görsel: web8).

Etimoloji
Etimoloji ile başlayalım. Ne demek Ayasofya? Günümüz Türkçesine Ayasofya olarak geçen bu sözcük aslında Yunanca iki sözcükten oluşuyor. "Ἁγία Σοφία" yani “Hagia” ve “Sophia”. Çok kestirme bir çeviri ile hagia=kutsal, sophia=hikmet/bilgelik yani “Hagia Sophia” da “Kutsal Bilgelik” demektir diyebiliriz. 

Ayasofya bu alanda yapılan ilk kilise değil. Öncesinde muhtemelen bir pagan tapınağı olan alanda ilk olarak, kenti Roma İmparatorluğu'nun başkenti haline getiren 1. Konstantinus bir kilisenin yapımına başlıyor ve olaylar gelişiyor:

1. Ayasofya: II. Konstantius'un Büyük Kilisesi (360-404)
Bu alandaki ilk kilise imparator II. Konstantius (hükümdarlığı: 337-361) zamanında tamamlandı. Küçük bir Yunan kenti olan Byzantium'u Roma İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinapolis'e dönüştüren Büyük Konstantinus'la karıştırmayın. Onun oğlu bu arkadaş. 

II. Konstantius (web3). Afacan bir çocuk gibi görünse de II. Konstantius Bizans'ın önemli imparatorlarından biri idi (Görsel: wikipedia).

İşte bu alandaki bildiğimiz ilk kilise bu imparator zamanında hizmete açıldı. Bazı kaynaklar kilisenin inşaatının babası zamanında başladığını da iddia ediyor. 15 Şubat 360 yılında kutsanarak açılan kilise kentin en büyük kilisesi olduğu için "Magna Ecclesia" yani "Büyük Kilise" olarak anılıyordu (web1). Bu ilk kilisenin biçimi hakkında pek fazla bilgimiz yok ancak o zamanın baskın geleneği olarak Roma'daki ilk St. Peter kilisesine benzer, bazilikal bir plan şemasına sahip olması kuvvetle muhtemel. 

Roma'daki St. Peter Kilisesi'nin yaklaşık olarak 4. yüzyılın ilk yarısında, ilk inşa edildiğindeki hali (Görsel: web2).
Büyük Kilise'nin bu kiliseye ne kadar benzediğini bilmemize imkan yok ama benim tahminim hayli benzediği yönünde. Belki biraz daha küçük olabilir.

22 Eylül 2020 Salı

Caesar’ın Görkemli Hayatı ve Roma İçin Anlamı

İnsanlık tarihinde çok az insanın ulaştığı bir şöhrete sahiptir Caesar. Yani tam adıyla Gaius Iulius Caesar. Antik çağ ya da Roma hakkında hiç bir bilgiye sahip olmayan insanların zihninde bile bir şeyler çağrıştırır Caesar ismi. Kendisi ile ilgili, “Sen de mi Brütüs”, “Sezar’ın hakkı Sezar’a”, “Geldim, gördüm, yendim”, "Rubicon'u geçmek", "zarlar atıldı" gibi deyişler günlük hayatta bile kullanılır. Kullanılır ama nerdeyse hepsi yanlış veya hangi bağlamda söylendiği, anlamlı olduğu bilinmeden.

Genelde “bilindik” bir çok tarihi kavram/kişi gibi Caesar’da çok tanınmışlığın altına kalan bilinmezlikten muzdariptir. Kim olduğu, ne yaptığı ya da yapmadığı pek bilinmez. Caesar’ı tanırız tabii ki hepimiz ama onunla ilgili 3. cümleyi kuramayız. 

Bu yazıda biraz bu görkemli adamın hayatını konuşalım istedim. Düşündüğümden çok uzun bir yazı oldu. Yazmalara doyamadım ama hala daha değinmediğim, yazmak isteyip “ya çok da uzatmayayım artık” dediğim o kadar çok şey kaldı ki. Gerçekten de zor bir iş Caesar’ı çerçeveleyip bir özet yazı haline getirmek. Zira Caesar’a biraz yaklaşabilmek, onu daha iyi anlayabilmek için Roma tarihini, özellikle geç cumhuriyet dönemindeki MÖ 2-1. yüzyıllardaki siyasi ve askeri ortamı biraz bilmek gerekiyor. Bunları gözardı ederek kurulan Caesar anlatıları yüzeysel kahraman ya da bir zalim tarifinin/hayalinin üstüne çıkamıyor. Zira Caesar yaptığı her şeyi dönemin yozlaşmış cumhuriyetinin içinde, onun ilke ve teamüllerini esneterek hatta bazen kopuncaya kadar çekiştirerek yapıyor. 

Caesar hakkında tarihi ve edebi bir çok kaynak var. Bunların hepsine hakim olmak benim için olanaksız. Mümkün olduğunca güvenilir kaynaklara dayanarak bir anlatı oluşturmaya çalıştım ama arada spekülasyonlar(ım)a da yer verdim.

Bu arada bu yazının büyük kısmını 2020 yaz tatilinde Kemer’de bir havuz başında aşağıdaki kitabı okurken yazdığımı da söyleyeyim (Bu, kışın okuyup aah ah demek için bir not).


Caesar’ın Adının Hikayesi
Şimdi en önemli meseleden başlayalım. Bu adamın adı ne? Yok, daha önemlisi nasıl okunuyor? Tam Latince adı GAIVS IVLIVS CAESAR. Latince’de “v”ler “u”ya yakın okunduğu için Türkçe okunuşu GAYUS YULİUS KAYSER. Arkadaşlar biliyorum Kayser biraz kaba geliyor ve içinizden “Sezar” diye okuyorsunuz ama bu en sık yaptığımız, artık neredeyse dile yerleştirdiğimiz bir yanlış. Yani o kadar yerleşmiş ki acaba rahatını bozmasak da artık orada kalsa, Sezar diye mi devam etsek diye düşünüyor insan. Yok, ama doğrusunu bilelim. Evet, acı haber: 

Latince CAESAR —> okunuşu —> KAYSER 

(KAYSAR da olabilir, e’yi biraz a gibi okuyun)

21 Eylül 2020 Pazartesi

Phaselis

Gezmesi en zahmetsiz ve en keyifli antik kentlerden biridir Phaselis. Zahmetsiz olması, su kemerleri, ana caddesi, hamamı, agorası ve görkemli tiyatrosu dışında açığa çıkarılmış pek fazla yapısı olmamasından kaynaklanır. Ana cadde üzerinde yürürken hafif sağ-sol yaparak görülecek tüm yapılara erişmeniz mümkün. Tabi buna bağlı olarak alanda gezerek edinilebilecek arkeolojik ve tarihsel bilgi de kısıtlı. Ama buna tezat oluşturacak biçimde antik Akdeniz’in önemli kentlerinden biri Phaselis.

Gezinin keyfine gelince, ana caddenin başlangıç ve bitişindeki harika koylar hem seyir hem de yüzmek için müthiş olanaklar sağlar. Bunun yanısıra Anadolu’da gördüğüm en güzel manzaralı tiyatrolardan birine sahiptir kent. Girince, üst sıraların arasından yükselen devasa çamın gölgesinde oturup sahne binasının üstünden manzarayı izlemeye başlayınca çıkmak istemezsiniz.

Kente bugün karayolu ile gelindiğinde askeri liman tarafından giriliyor. Açıkçası ben antik dönemde kente, daha yoğun olarak deniz tarafından yani güney limandan girildiğini tahmin ediyorum. Zira İmparator Hadrianus’un kente gelişini onurlandırmak için yapılan tek açıklıklı kapı denizden gelinen tarafta. Biliyorsunuz, bunun üç açıklıklısı da Antalya’da ve o da Hadrianus’un Antalya’ya gelişini onurlandırmak için. Neyse, bu kapıdan ileride bahsedeceğiz. Antik dönende kara taşımacılığı özellikle bu Akdeniz kıyıları gibi dağlık, çetin coğrafyalarda deniz taşımacılığına göre çok daha güçtü. O nedenle de herhalde daha çok tercih edilen giriş kapısı deniz tarafındakiydi. Ancak bugün tabi gelişen kara taşımacılığı nedeni ile çok büyük oranda kuzey tarafından, askeri liman tarafından giriliyor, ben de buradan başlayarak anlatacağım kenti.

Lycia ve Pamphilia arasında Phaselis

Ama kentten önce Phaselislilerle başlayalım. Tarihe pek de hoş bir ünle geçmemiş Phaselisliler.

Uygun limanları dolayısıyla Phaselisliler antik Akdeniz’in önemli tacirleri olarak tanınıyorlardı. Ancak pek de güvenilir tacirler olmadıkları bir çok kaynakta tekrarlanır. Kendi borçlarını, vaatlerini kolayca unuturken başkalarının kendilerine olan borçlarını hiç bir zaman unutmamakla ün salmışlardı. Ayrıca 1 mine (463 gram gümüş) karşılığı şehre gelen herkese vatandaşlık hakkı vermeleri (Gür, 2010) de aşırı paragöz olmalarına dair bir kanıt olarak sunuluyordu. Gerçi bugün biz de bir kaç yüz bin TL verene vatandaşlık veriyoruz galiba.

Akdeniz'in kıyıları Ege kadar girintili çıkıntılı değil biliyorsunuz. Kıyılarda doğal liman denilebilecek korunaklı alanlar pek fazla yok. Dolayısıyla korunaklı limanları olan alanlar hemen ticaret üssü olan kentlerin gelişmesine yol açmış. Phaselis bunların önde gelenlerinden bir tanesi. Zira bir değil üç tane korunaklı limana sahip. Bu avantajıyla Anadolu'nun Akdeniz kıyısındaki en önemli ticaret kentlerinden biri olmuş.

2 Ağustos 2020 Pazar

Fıstık

Bu yazıda diğerlerinden farklı olarak çok fazla mimarlık, tarih veya arkeoloji ile ilgili olmayan bir konudan bahsedeceğim. Fıstık, ya da daha spesifik olarak Antep Fıstığı. Başta biraz genel bilgiler verdikten sonra sizlere bir fıstık ağası olarak kendi deneyimlerimi anlatacağım. İlk kısım biraz sıkıcı ama sabredin, son kısımda goygoya doyacaksınız.

Önce şu “Çam”, “Şam”, “Antep” meselelerini açıklığa kavuşturarak başlayayım. Genelde karşılaştığımız 2 ana tür fıstık var arkadaşlar, birincisi bu yazıyla hiç alakası olmayan ÇAM FISTIĞI ve adından da anlaşılabileceği gibi çam ağacının bir türünden toplanıyor. Emin değilim ama sanırım güney ve batı Anadolu’da üretiliyor ve tek başına nadiren tüketiliyor, genelde yemeklere konuyor.

Gelelim diğer türe. Bu türün genel ismi fıstık ve üretildiği yere göre karakteristik olarak farklılaşabiliyor, farklı isimler alabiliyor. Siirt ve civarında üretilene SİİRT FISTIĞI, İran tarafında üretilene İRAN FISTIĞI deniyor. Siirt ve İran fıstıkları Antep fıstığına göre daha iri oluyor. Bir de ŞAM FISTIĞI meselesi var. Buna mesele diyorum çünkü Şam’da büyük olasılıkla fıstık üretilmiyor (bunu araştırmam lazım). Bazıları alakasız olarak ÇAM FISTIĞI’nı bozup ŞAM FISTIĞI diyor sanırım ve bunun olayla ilgisi yok. Şam fıstığı demeyin arkadaşlar. Yok öyle bir şey. Yani galiba yok. En azından Türkiye’de yok. Güzelim Antepimin fıstığına Şam fıstığı diyince millet valla bozuluyorum.

14 Mayıs 2020 Perşembe

Hades ve Persephone

Bernini'nin bir başka muazzam eserinin aklıma getirdiği bir miti anlatacağım bu yazıda. Daha önce de Apollon ve Daphne mitinde yine Bernini'nin müthiş bir eserine yer vermiştim ve bu eseri de ona şaşırtıcı bir biçimde benziyor. Dolayısıyla bu yazı sonunda iki heykeli de beraber okuyup Bernini hakkında biraz atıp tutmaya niyetim var...

Sanat tarihçileri duymasın.

Önce miti özetleyelim. özetleyelim diyorum çünkü Yunan mitlerini hakkıyla her şeye, her yan öyküye değinerek anlatmaya kalksak kitaplar yazmak zorunda kalırız. Dolayısıyla benim yapacağım bir çok farklı versiyondan bir tanesini seçip elimden geldiğince detayları atlamadan kaynaklardan yararlanarak miti derlemek. Bunun için iki güzel eseri temel aldım. Birincisi Robert Graves'in Yunan Mitleri, ikincisi ise Şefik Can'ın Klasik Yunan Mitolojisi kitabı. Başlayalım:

Adı Anılmayası Hades Kimdir

Hades (Roma mitolojisinde Pluton) aslında Yunan Pantheonu'nun zirvesindeki 3 isimden biridir. Mitlerde genellikle Zeus ön plana çıksa da Poseidon ve Hades de çoğu zaman köken ve güç bakımından Zeus'a eş tutulur. Zira üçü de aynı ana-babadan, Kronos ve Rheia'dan doğmuşlardır. Ancak tabi çocuklarını doğduğu anda (kendi iktidarını tehdit etmesinler diye) yutan Kronos'u mağlup edip kusturarak kardeşlerini babalarının midesinden kurtaran Zeus, bir adım önde olmayı hakeder.

Poseidon da fena değildir mitlerde yer alma konusunda. Denizlerde 3 dişli yabasıyla artis artis gezinir, Minotauros efsanesinde önemli bir rolü vardır, Troya Savaşı'nda Yunanlıları tutar ve "tahta atı içeri almayın" diyen rahip Lakoon'u gönderdiği deniz canavarları ile iki oğluyla birlikte öldürür. Hatta bazıları Poseidon'un Troya Savaşı'nda sanıldığından daha belirleyici olduğunu iddia ediyor. Neyse, uzun hikaye, sonra anlatayım. Ama şu ipucunu vereyim, Atlar Poseidon'un hayvanlarındandır... ANLAYANA... :)     

"Tahta atı içer almayın" diyen Troyalı Rahip Lakoon ve oğulları
Poseidon'un gönderdiği deniz canavarları (ya da yılanlar) tarafından öldürülüyor.
MÖ 200 civarına tarihlenen Helenistik bir heykelin Roma dönemi kopyası. Kaynak: web1

Kronos'a karşı zafer kazandıktan sonra dünyayı bu 3 baş tanrı kendi aralarında bölüşür. Engin denizler Poseidon'a, mavi gök ve bulutlar Zeus'a, kasvetli yeraltı ise Hades'e düşer. Evet, Hades'in biraz hakkının yendiğini düşünebilirsiniz, o da öyle düşünür... 

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Antik Anadolu Kültürlerinde Kehanet

Kim istemez geleceği bilmek?

Bugün belki eskisi kadar olmasa da hala fal yoluyla geleceğe dair kestirimlerde bulunmak rağbet görür. Kimi zaman gizli, kimi zaman eğlencesine, bazen kahve telvesinden bazense yıldızların diziliminden geleceğe dair yorum üretmek aslında bize atalarımızdan miras kalmış bir gelenek. 

Bu yazıda bu işin Anadolu’daki geçmişine dair bilgileri derleyeyim diyorum.

Geçmiş zamanlardaki kehanetle bugünkü falcılık arasındaki temel fark tabii ki öncelikle din ile içiçe olan bir geleneğin dinin pek de onaylamdığı bir alanda durmasıdır. Eski çağlarda ise mezopotamya uygarlıkları, Hititler, Mısırlılar, Yunan ve Romalılar gibi bir çok uygarlıkta kehanet dinin içerisindeydi. Hatta kehanetten sorumlu tanrılar bile vardı. Örneğin Apollon. Herşeyi gören kudretli tanrının görüş alanına dopaal olarak gelecek de girerdi.

Bir diğer fark da kehanetin sadece kişisel bir merakla sınırlı kalmaması idi. Evet, eski dünyada da insanlar kendi geleceklerine ilişkin soruların yanıtlarını ararlardı ama kehanet aynı zamanda halkın iyiliği için krallar ya da yöneticiler tarafından başvurulan bir müessese idi.

Ayrıca kehanet sadece geleceği bilmek, görmek anlamına da gelmiyordu. Aynı zamanda işlenen suçlar ya da bunların nasıl telafi edilmesi gerektiğine dair tanrıların beklentileri de bu yolla öğreniliyordu.

Yani aslında kehanet geleceği görmek değil tanrıların iradesini öğrenmenin yollarından biri idi.

Burada bir parantez açarak bu yazıda değinmeyeceğim, ayrıca detaylı bir ilgiyi hakkeden Osmanlı'da kehanet ve falcılık meselesine dair bir kaç şey söylemek isterim. Osmanlı'da fal ve falcılık halk tabakasında zaten yaygın olmakla birlikte asıl ilginci devletin en üst kademelerinde de özel bir ilgi ve himaye görüyordu. "Müneccimbaşı" diye hiyerarşide üst sıralarda yeri olan bir mevki bile ihdas edilmişti bu işler için. Müneccimbaşı resmi görev yapan müneccimlerin ve muvakkıtların başı idi. Muvakkıtlar "vaktin erbapları". Yani örneğin namaz vakitlerinin belirlenmesi, dini günlerin ne zamana denk geldiğinin hesaplanması gibi işlere bakıyorlar.

Doğrusu Osmanlı'nın İslamı, açıkça yasakladığı ama her zaman da bir miktar göz yumduğu bu falcılık meselesi ile nasıl uzlaştırdığı ilgi çekici bir konu.

Müneccimbaşı, müneccimler ve muvakkıtların
hesaplamalarında kullandıkları alet olan "sekstant". Kaynak: web6

Müneccimler ile muvakkıtların ortak çalışmasına güzel bir pratik hatırlıyorum, onu aktarayım:

Arkeolojiyi Neden Sever Bir İnsan?

Bazen kendimi belediye kepçesinin kazdığı bir kanal çukurunun başında, asfaltın altındaki toprağa bakarken bulurum. 

Düşündüğüm şey o an ortaya, gün ışığına çıkan toprak tanelerinin, taşların kepçe kazıya başlamadan önce en son ne zaman gün ışığını gördükleri olur. Basit bir kazı, taş, toprak ve en son belki de milyon yıl önce gün ışığı gören bir şeyi görmek... Bazen saçma, bazen büyüleyici gelir bu düşünce.

3 Mayıs 2020 Pazar

Anadolu Medeniyetleri Müzesi

Bu yazı evden çıkmanın yasak olduğu günlerde yazıldı. Evden çıkamayınca bilgisayarın hafızasındaki yerlerde gezinmeye, onları bilgisayarın hafızasından tekrar kendi hafızama çağırmaya başladım.

Bu gezintiler esnasında Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne yaptığım ziyaretlerin fotoğraflarında turladım bir kaç sefer ve buranın hem mekansal hem de barındırdığı eserler açısından ne müthiş bir yer olduğunu hatırladım tekrar.

Bu müze gerçekten beni en etkileyen müzelerden biridir. Gerçi son zamanlarda Türkiye'de etkileyici müzeler yapılmaya başladı, Van, Urfa, Gaziantep müzeleri gibi ama yine de buranın, belki yapının kendisi de tarihi olması dolayısıyla bendeki etkisi ve yeri hala başka.

O zaman önce kısaca yapının kendisinden bahsederek başlayalım, sonrasında müzeyi size gezdireyim... Ama tabi eserlerden sadece çok çok azını burada gösterebileceğim. Hem de mekanın olumlu etkisi olmadan ve ekranın iki boyutlu yüzeyinde bu gezi biraz yavan olacak. Ankara'ya yolunuz düşerse mutlaka en azından bir yarım gününüzü ayırıp gezmelisiniz.

21 Mart 2020 Cumartesi

Herakles, Bir Deli Oğlan

Bu yazıda Antik Yunan mitolojisinin kimine göre en görkemli kahramanı kimine göre ise delisi olan Herakles'i konuşacağız.

Günümüzde en bilinen mitolojik kahramanlarından biridir güçlü kuvvetli Herakles, ya da diğer adıyla Herkül. Başlamışken şu ad meselesi ile devam edelim. Kahramanımızın Antik Yunan mitolojisindeki adı HERAKLES, Roma mitolojisindeki adı ise HERKÜL ya da HERKÜLES. Romalılar mitolojilerinin büyük kısmını Yunanlar'dan alıp onu İtalya'nın kadim kültürlerinden Etrüsk mitolojisi ile harmanlayıp benimsemişlerdir. Karakterlerin isimlelini de bazen hafifçe değiştirip bazense Etrüsk karakterleri ile melezleyip Yunan mitolojisindeki isimlerden bambaşka birisimle ama ona çok benzer karakterlerle bir mitoloji yaratmışlardır.

17 Mart 2020 Salı

Antik Tiyatrolar

Anadolu'da kent diyebileceğimiz Antik yerleşimlerin vazgeçilmez yapısı tiyatrodur. Hattan Laodikeia gibi zengin ve topoğrafya bakımından şanslı kentlerde 2 tane tiyatroya bile rastlamak olasıdır. Yine Pergamon'da günümüze kalmamış olmakla birlikte Akroplün eteklerinin haricinde 2 tiyatro daha olduğu bilinmektedir.

Bu yazıda bu tiyatroların genel olarak ne zaman, nasıl ortaya çıktıklarına ve Yunan, Helenistik ve Roma dönemlerinde nasıl değiştiklerine değineceğim.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki aşağıda anlatacaklarımın çoğu çeşitli kaynaklardan okuduklarımdan aklımda kalanlar. Kaynağı hatırladıklarımı yazacağım ancak bazılarını nerede okuduğumu unuttum ve hafızamda yanlış kalmış da olabilir. Onun için bunu bilimsel bir makale gibi değil bir anlatı olarak görmenizi öneririm. Az da olsa, içinde hafızamın ürettiği spekülasyonlar barındırıyor olabilir. :)

Sagalassos Tiyatrosu

Önce sözcüğün kendisi ile başlayalım. Bi kere baştan söyleyeyim, bu yapılara "Amfitiyatro" veya "Anfi" vs... demek yanlış. Bu yapılar TİYATRO. Evet, sadece bu kadar. Tiyatro. Amfitiyatrolar Roma döneminde dairesel veya eliptik olanların ismi. "Amphi" zaten Yunanca çift demek. Yani Amfitiyatro çift tiyatro, ucuca iki tiyatronun eklenmesi anlamına geliyor. Türkiye'de ayakta kalan Amfitiyatro pek yok. Pergamon'da olduğu biliniyor ancak günümüzde pek kalıntısı yok.

6 Mart 2020 Cuma

Apollon ve Daphne

Çok uzun zamandır ve sanırım üniversite son sınıfta biraz da tesadüfen aldığım bir seçmeli ders sayesinde mitolojinin -özellikle de Antik Yunan mitolojisinin- hastasıyım.

Bir çok alanda olduğu gibi mitoloji de bilgi sahibi oldukça daha çok keyif alınan ve daha çok okunan, içine dalınan bir alan. En başlarda güzel masallar olarak gelen mitlerin zamanla daha derin anlatılar olabileceklerine dair işaretleri keşfetmek, bu anlatıların içerisinde insanın geçmişinin ve bilinçaltının silik izlerinin olduğunu öğrenmek ve bu sembol dünyasının dinler-kültürler arasındaki aktarımını, sanattaki yansımalarını izlemek insanı zenginleştiriyor. Maddi olarak değilse de manen.

Başlamadan, biraz mitlerin ne olduğuna dair bir kaç şey söylemek yerinde olur. Bu konuda daha ileri okumalar için kaynakçadaki Veyne ve Graves kaynaklarına bakabilirsiniz.

Başlangıcından beri insanın en önemli arayışlarından birisi anlam arayışı olmuştur. Doğal olarak, insan bu arayışında ancak kendisinin hazır olduğu sonuçları elde edebilir. "Bu nedir" ya da "bu neden böyledir" gibi soruların yanıtları insanın o andaki donanımının çerçevesinde verilir ve dolayısıyla o çerçeveyi tarif eder. Yani neyi ararsa arasın, kendini bulur.

Eski Yunanlılar bir çok eski uygarlık gibi doğadaki somut ve somut olmayan hemen her şeyin anlamını ve geçmişini mitoloji dediğimiz bir inanç dünyasından türetmek zorundaydılar. Fen ve sosyal bilimler gibi bilgi alanlarının bugünkü anlamıyla var olmadığı dönemlerde, doğadaki varlıkları ve onların işleyiş ve ilişkilerini açıklamak için bilime başvurma gibi bir anlayış -en azından ilk filozofların Anadolu kıyılarında ortaya çıkmasına kadar- mevcut değildi. Bu nedenle dünyanın açıklanması işi gerçek dünyadan ilham alan hayal gücünün yardımı ile mitolojiye kalmıştı.

(Öneri: Önce tüm metni okuyun, daha sonra resimleri altlarındaki yorumlarla birlikte okumak için tekrar başa dönün)

GIOVANNI BATTISTA TIEPOLO, 1744 (web1)
Apollon Daphne'yi yakalamak üzereyken Daphne ağaca dönüşüyor. Apollon'un başındaki haleye dikkat! Bu aslında onun aynı zamanda Güneş Tanrısı olmasından kaynaklanıyor ve evet, bu hale ilerde Hristiyanlığa geçecek ve İsa ve azizlerin alameti farikası olacak. Bu arada İsa anlatısının da büyük oranda Roma'nın o dönemdeki Apollon/Sol kültünden türediğini savunanlar var. Bir dönem Apollon'un bir versiyonu olan Sol tek tanrı olarak kabul edilmeye doğru gidiyor ve süpriiiz... Hristiyanlık ve İsa başında halesiyle ortaya çıkıveriyor... Yerdeki yaşlı amcanın (muhtemelen bir tanrı tabi ki) kim olduğunu araştırmaya devam ediyorum. Testiden dökülen sular muhtemelen Daphne'nin Nymphalığına bir gönderme. İhtiyar da babası olabilir. Elindeki kürek kimliğine dair bir ipucu olmalı. 

Bugün artık mitolojik açıklamalara -çoğunlukla- gereksinim duymuyoruz. Doğal ve insani neredeyse her şeyi açıklamak için geliştirdiğimiz sosyal ve fen bilimleri var. Ancak yine de bu açıklamaların değerli yanları var diye düşünürüm.

16 Aralık 2019 Pazartesi

Celsus Kütüphanesi

Antik Ephesos ya da günlük dile yerleştiği haliyle Efes kentinin en bilinen, ikonik yapılarından birisi şüphesiz Celsus Kütüphanesi'dir. Kuretler Caddesi ile Mermer Cadde’nin kesiştiği köşede yer alan Kütüphanenin 1970-78 arasında süren çalışmalarla ayağa kaldırılan ön cephesi göz alıcı süslemeleri ve özellikle nişlerin içindeki 4 kadın heykeli ile olağanüstü bir güzelliğe sahiptir. Bu yazıda kütüphanenin tarihine ve yapının tamamına dair kısaca değindikten sonra bu ön cephe ve heykellere biraz daha yakından bakma niyetindeyim.

Adından da anlaşılabileceği gibi Celsus isimli bir Romalı adına oğlu tarafından yaptırılan, aynı zamanda Celsus'un mezar lahdini de barındıran bir yapı bu kütüphane. Bu özelliği ile kimi zaman bir "heroon" olarak da nitelendirilir. Hero'ya yani kahramana adanmış yer/yapı anlamına gelen heroon, Antik Yunan mimarisinde çok önem verilen bir kişi veya mitolojik karakter için yapılan bir anıt bina olarak tarif edilebilir.

Kütüphanenin kendisine geçmeden önce Antik Dünya'da kütüphanelerin ne anlama geldiğini biraz düşünmekte yarar var. Aslında bugün kitapla ya da daha geniş çerçeveden bakacak olursak bilgi ile kurduğumuz ilişki modeli çok yeni. Her ne kadar ülke olarak kitap okuma oranlarımız yerlerde sürünmekteyse de bugün kitap bizim için ulaşılabilir bir bilgi kaynağı. Benzer şekilde hemen herkesin internet aracılığı ile de bilgiye ulaşma olanağı en azından teorik olarak mevcut. Okuma yazma oranı da hayli yüksek. Ancak dediğim gibi bu durum aslında bir kaç yüzyıllık bir durum. Daha öncesinde bilgiye ya da kitaba ulaşmak, hele sahip olmak son derece zor ve toplumun bazı sınıflarına ait bir ayrıcalıktı. Tarihte geriye gittikçe bu ayrıcalığın gittikçe daha sınırlı bir çevreye doğru daraldığını görebiliriz. En erken tarihlerde Mısır ve erken Mezopotamya uygarlıklarında yazı sadece din adamları ve en üst düzey yöneticilere açık bir "sır" gibiydi.

Celsus Kütüphanesi ön cephesinin güzel bir restitüsyonu (Görsel: web1).

Matbaanın icadı bu süreçte önemli bir kırılmadır. Kitapların el yazısı yerine makine ile çoğaltılması ulaşılabilirliğini önemli ölçüde arttırmıştır. Öncesinde tek tek yazılarak çok zor çoğaltılan kitaplar Avrupa'da ancak sadece kiliselerin kütüphanelerinde veya varsılların koleksiyonlarında yer alabilmekteydi. Daha da geriye, Antik çağa gittiğimizde henüz günümüzdeki ciltleme tekniği de icat edilmediği için rulo biçimindeki kitaplar yine sadece kütüphanelerde veya üst sınıfların koleksiyonlarında bulunabiliyordu. Kitap okumak, okuma yazma bilmek ve bir kitaba erişim olanağı anlamına geldiğinden aslında toplumun çok az bir bölümünün ayrıcalığıydı.

30 Ağustos 2019 Cuma

Soli Pompeiopolis

Akdeniz’in doğusunda, Antik dönemde Kilikya olarak anılan bölgedeki bir antik kent Soli. Soli aslında onun Latince ismi. Yunanlılar ise Soloi diyorlarmış bu kente. Her halükarda sözcüğün anlamı “Güneş”. Evet, bir Ağustos gününde bu kenti gezerseniz isminin neden güneş anlamına gelen bir sözcük olduğunu anlıyorsunuz. Hatta cehennem filan da konulabilirmiş ismi.

15 Ağustos 2019 Perşembe

Ecdat Bildiğiniz Gibi Değil I Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul'un Fethi


Geçenlerde Halil İnalcık’ın bir makalesini okurken ilginç ve bizim hayalimizde yarattığımız “ecdat” mitiyle hiç uyuşmayan bir şeye rastladım. Halil İnalcık’ın gösterdiği kaynak olan Kritovulos Tarihi’ni alıp okuyayım dedim ki ne göreyim... Bizim ecdat hiç öyle bildiğimiz gibi değilmiş.

Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul'un fethi ile ilgili sayısız şey okumuş, duymuşuzdur. Ama bunlardan hangileri gerçekten yaşanmıştı ya da başka neler yaşandı anlatılmayan diye pek merak etmeyiz.

Tarihi olaylar, ideolojik bir araca dönüşmeleri potansiyelleri ölçeğinde özünden uzaklaşıp anlatıya dönüşürler. Şüphesiz çoğu tarih kuramcısı hiç bir düşüncenin ideolojiden bağımsız olamayacağını söyleyip az ya da çok tüm tarih çalışmalarının kurulmuş anlatılar olacağını söyleyeceklerdir ki bence de haklılar. Ama bazı tarihsel olaylar o kadar ideoloji yüklenir ki artık konu sağlıklı tartışılamaz hale gelir. Fatih Sultan Mehmed ve İstanbul'un fethi buna iyi bir örnek.

Kritovulos Tarihi ve içindeki dipnotlar bizim nasıl gerçekdışı bir “ecdat” miti yarattığımızı göz önüne seriyor. Kitap ne kadar güvenilir, tartışmalı tabi ki. Kritovulos 15. yüzyılda yaşayan hem Bizans Konstantinapolis’inde hem de Osmanlı Konstantiniyye’sinde yaşamış, Fatih Sultan Mehmet’le yakın ilişki kurmuş bir adam. Tabii ki kendisinden objektif bir tarihçilik beklemek anlamlı olmaz. Ancak Fatih Sultan Mehmed’e ithaf ettiği bir eserde Osmanlılar hakkında yazacağı aşırı övgüler beklenebilirse de yalan yere olumsuz şeyler uydurma olasılığı pek yok. Aksi takdirde hayatı tehlikeye girer. Tabii ki yanıldığı, abarttığı şeyler olabilir ancak çoğu olayı içinde/yakınında yaşayarak yazdığı için bunların oranının çok fazla olacağını sanmıyorum.

14 Ağustos 2019 Çarşamba

Müşkülpesent Fatih Sultan Mehmet

Mimarlık her ne kadar sanata yakın bir alan olsa da resim, edebiyat ve heykelden en farklı yanı bir işvereninizin olmasıdır. Nadiren bir mimar işvereni olmadan ya da işverenin ona sınırsız özgürlük sunduğu bir ortamda üretme olanağı bulur. Doğru ya da yanlış demiyorum, bu işin doğası bu.

Durum bu olunca da yapılan işin sadece sizi tatmin etmesi yeterli olmuyor. İşvereni de tatmin etmesi gerekiyor... mu acaba? Bu derin bir tartışma konusu. Yanıttan pek emin değilim. Ne olursa olsun, bugün işvereni tatmin edemezseniz büyük olasılıkla başka iş alamazsınız aynı işverenden. Ama tarihte bu daha riskli olabiliyor. Hele ki muazzam bir güce sahip hükümdarların tatminsizliği söz konusu ise...

25 Temmuz 2019 Perşembe

Damnatio Memoriae

Latince bir deyim olan “damnatio memoriae” hatırasını lanetlemek anlamına geliyor. Bugün bir çok dilin kökeni Latince'ye dayandığı için deyimi oluşturan sözcükler tanıdık. “Damn” ve “memory” hala kullanılan sözcükler. Zaten biraz da bu nedenle ve biraz da abartarak, latinceden türeyen İtalyanca, Fransızca, İspanyolca gibi diller birer dil değil, Latince'nin şiveleridir diyenler de var. :)

Damnatio memoriae aslında bireysel ölçekte kullanılan bir deyim değil. Antik dünyada rastlanılan pratiği halkın nefret ettiği, çok çektirmiş, zalim ya da bazen genel kabul ve geleneklerde radikal değişiklikler yapmaya çalışan yöneticilerin öldükten sonra sanki hiç yaşamamışlar gibi her türlü dünyevi izlerinin silinmesi. Yani onlardan hatıra kalan, onları hatırlatan her şeyin lanetlenip yok edilmesi.

Bu bir nevi cezalandırma yani. İnsanın belki de içgüdüsel olarak sonsuza kadar var olma arzusunun tam tersi ile tehdit edilmesi. Ölür ölmez hiç yaşamamışcasına izlerini yok etme.

8 Mayıs 2019 Çarşamba

Aspendos, Aşk ve Konglomera

Aspendos hep tiyatrosu ile anılır. İnşası ile ilişkilendirilen -ne kadarı doğru bilemediğimiz- hikayesi de güçlendirir bu algıyı. Ama sadece tiyatrosu ile sınırlı kalmak Aspendos’a haksızlık etmek olur.

Aspendos aslında oldukça gelişmiş bir Pamphilia kenti. Bugünkü Antalya körfezinin etrafına dizilmiş, birbirleri ile rekabet halindeki ve başlıcaları Termessos, Perge, Sillyon, Side, Selge olan kent dizisinin içerisinde bir kent. Bölgenin en büyük nehirlerinden Köprüçay -Antik Eurymedon- yakınlarında kurulmuş olan kent bu akarsuyu hem günlük ve tarımsal faaliyetlerinde hem de Akdeniz'e açılmayı sağlayan bir su yolu olarak kullanıyordu. Böylece hem denizden güvenli bir mesafede bulunup hem de deniz ticareti yapabiliyordu. Deniz Antik dünyada çok önemli idi. En önemli avantajı şüphesiz ticaretin deniz yolu ile yapılmasının kolaylığı idi. Ancak denize çok yakın olmak da özellikle korsanların veya düşman filolarının ani saldırılarına açık hale getiriyordu kentleri. Dolayısıyla hem deniz ticareti yapabilecek bir su yoluna sahip olmak hem de denizden güvenli bir mesafede olmak ideal şartları sağlıyordu Aspendos için. 

17 Nisan 2019 Çarşamba

Hierepolis, Kutsal Kent

Denizli'ye 15 dakika uzaklıktaki beyaz travertenleri ile ünlü Pamukkale'nin yanındaki Hierepolis Antik Kenti’ne bir kaç defa gelmiştim. Ancak her seferinde Denizli tarafından geldiğim için Güney Kapı’dan girip biraz karmaşık bir alandan başlıyordum kenti gezmeye. Bir yandan kalıntılar, bir yandan travertenler, müze, havuz filan derken dikkat iyice dağılıyor Antik kenti anlamak güçleşiyordu.

Bu sefer İzmir yönünden, biraz daha az kullanılan tali yollardan gelince kente Kuzey Kapı’dan girdim ve kenti çok daha iyi anlayabildim. Eğer seçme şansınız varsa siz de Güney’deki ana kapıyı değil, Kuzey Kapı’dan girmeyi tercih edin derim.  Ancak çoğu ziyaretçi gibi Güney kapıdan girdiyseniz yazıyı sondan başa doğru okumanızı öneririm. :)

7 Mart 2019 Perşembe

Perge

Uzun zamandır Antik kent gezemiyor, yazamıyordum. Runatolia’ya katılmak için Antalya'ya gelmişken arkadaşlarla her seferinde olduğu gibi yine bir Perge'ye uğrayalım da adet yerini bulsun dedim. Dedim ama arkadaşlar benim kadar hevesli çıkmadı ve kimisi 5 yıldızlı otellere kimisi Şişçi Ramazan'a doğru seğirttiler. (Ahu-Emre ifşa). Neyse, Perge'yi tek başıma gezerken çektiğim fotoğrafları Antik kentteki bilgilendirme levhalarından ve kitaplardan derlediğim bilgilerle burada paylaşayım...

İlk olarak, Akdeniz'deki Antik kentleri Ege'dekilerden ayıran önemli bir fark çok daha fazla ayakta kalmış olmaları. Perge, Aspendos, Sagalassos gibi bir çok Antik kent Ege’dekilere oranla oldukça ayakta kalmış yapılara sahip. Bunun nedeni büyük olasılıkla Akdeniz'in deprem konusunda Ege'ye göre daha şanslı olması ve Ege ve Batı Akdeniz'deki kentlerini yıldızlarının erken, Orta Akdeniz'deki kentlerin yıldızlarınınsa geç parlamış olması. Miletos, Priene, Pergamon gibi kentler Arkaik- Klasik ve Helenistik dönemlerin yıldız kentleriyken Perge, Side, Aspendos gibi kentler Roma döneminin yıldız kentleri. İstisnai olarak Ege'de en algılanabilir durumda olan kentlerden biri olan Ephesos da bu özelliğini hem bu alandaki çalışmaların yoğunluğuna hem de Roma dönemindeki eyalet başkenti olma durumuna borçlu.

24 Ocak 2019 Perşembe

Sanatın Mitolojik Aktörleri

Mitolojik karakterler ve anlatılar, sanatta, özellikle resim ve heykelde belki de en çok kullanılan figürler ve temalardır. Bunun nedeni herhalde, bir çok kavramın, duygunun, mitolojik karakterler kullanılarak hem çok kolay hem de etkili biçimde anlatılabilmesi ve bir çok kavramın kişiselleştirilmiş karşılıklarının mitolojilerde bulunması olmalı. Zira varlıklar arasındaki ilişkiler, kavramlar arasındaki ilişkilere göre daha kolay anlaşılabilir.

Bu açıdan baktığımızda mitoloji aslında insanlara bir şeyler anlatmanın yoludur. Özellikle de zihinde canlandırılması zor, somut olmayan kavramların birbirleri ile ilişkisini anlatmanın önemli bir yolu. Bu yönüyle, geçmişte kalmış masallar ya da ölü bir inanış değil, hala birşeyleri anlamak, anlatmak için kullanabileceğimiz bir araçtır. Tabi artık Antik dönemdeki kadar tercih etmiyoruz.

19 Ocak 2019 Cumartesi

Eski İzmir Hapishanesi’nin Bir Balıkçı Konuğu


İzmir’in hapishanesi  1960 yılına kadar Konak’ta idi. Bugünkü Sosyal Sigortalar Blokları’nın hemen arkasında, Milli Kütüphane’nin yanındaki katlı otoparkın bulunduğu yerde ışınsal bloklardan oluşan alçak katlı ilginç bir hapishane yapısı vardı. Eski kartpostallarda ve fotoğraflarda bu yapıya ne zaman rastlasam Halikarnas Balıkçısı gelir aklıma. 

Bu hapishaneyi Fikret Yılmaz şöyle tarif ediyor:

"Hastahanenin hemen alt tarafında ise, Aydın Vilayeti Hapishanesi yaptırıldı. Hapishaneler Osmanlı İmparatorluğu'na, Avrupa'da ortaya çıkışlarıyla aynı süreçte giren kurumlardı. XIX. yüzyıl başlarında Avrupa devletlerinde işkencenin önlenmesi için oluşan kamuoyu baskısının da etkisiyle, cezaların bedene ödettirilmesi anlayışından, suçluların toplumdan ayrılarak özel bir mekanda cezaları çekmeleri sonunda, topluma yeniden kazandırılmaları esasına dayalı infaz sistemine geçişi simgeliyordu. Bu konuda başta Fransa, İngiltere olmak üzere, Avrupa devletlerinin almış olduğu kararları, Osmanlı Devleti de kabul etti ve imparatorluğun vilayet merkezlerinde hapishaneler yapılmaya başlandı. İzmir'in ilk hapishanesi Cezayir Hani idi. Bugün yerinde İl özel idaresi binası bulunan hanın üst kat odaları mahkum koğuşları, alt kat odaları ise zaptiye koğuşlarına tahsis edilmişti. Avluda kurulan çadırlardan birisi revir, diğeri ise kantin işlevi görmekteydi." (Yılmaz, 2003)

1 Ocak 2019 Salı

Ikaros’un -Kimsenin Umursamadığı- Düşüşü

Pieter Bruegel'in 1555 civarında yaptığı Ikaros’un Düşüşü tablosu benim bakmaktan büyük keyif aldığım ve kendimi derinliğine kaptırdığım etkileyici bir eserdir. Bu nedenle bu tabloyu biraz detaylı olarak ele alayım istedim.

Ikaros'un Düşüşü, Pieter Bruegel, yaklaşık 1555. Kaynak: web1

22 Kasım 2018 Perşembe

Colosseum - Yani Aslında Adı O değil Ama Neyse...

Tarihte adını yanlış bildiğimiz ya da bambaşka bir şeyi belirten bir sözcüğün zamanla adı haline geldiği en önemli yapılardan biri Colosseum'dur muhtemelen. Colosseum metinlerde bazen bu haliyle, bazense Türkçeleştirilerek Kolezyum olarak anılıyor. Bu yazıda da Kolezyum demeyi tercih edecektim ama bazen özgün halini kullanmak daha doğru geldi, onun için bazen Colosseum bazense Kolezyum dedim.

Kestirmeden söyleyelim, Colosseum olarak bildiğimiz yapı aslında Flavian Amfitiyatrosu... Roma döneminde yapının özgün adı "Amphitheatrum Flavium" idi. Colosseum ise, günümüze ulaşamamış bambaşka bir eserin adı.

Önce "Flavian" kısmından değil de "amfitiyatro" kısmından başlayalım. Günümüzde "anfi", "amfi", "anfitiyatro", "amfitiyatro" sözcükleri karmakarışık bir biçimde kullanılır. Bu işin tarihsel kökenine bakarak doğrusunu bulmaya çalışalım.

31 Ekim 2018 Çarşamba

Müzeleri Anlar Gibi Gezmenin Anahtarı: Antik Dönem Heykelinin Anahatları

Bu yazıda biraz boyumu aşıp sanat tarihi hakkında ahkam kesme niyetindeyim. Hep sanat tarihçileri mi mimarlık tarihi hakkında konuşacak, biraz da mimarlık tarihçileri sanat tarihine maydonoz olsun. Tabi sözüm meclisten dışarı, mimarlık tarihi alanına değerli katkıları olan yetkin sanat tarihçisi dostlarımız alınmasın. :)

Antik kentleri ve müzeleri gezerken heykelleri anlamlandırmaya yardımcı olabilecek bazı tüyoları vereyim diye giriştiğim bu konunun aslında bir derya deniz olduğunu söylemek lazım. Konu hakkında çok yetkin isimlerin yazdığı harika kitaplar var. Bunlardan birkaçını sıralayarak başlayalım:

Antik Yunan-Roma heykeli için bazı başlangıç kaynakları

18 Ekim 2018 Perşembe

Seni Yendim Ama Aşık Da Oldum, Akhilleus, Amazonlar, Ölümsüzlük, İşgal ve Sonsuz İktidar Hırsı Hakkında

Aphrodisias Antik kentinde, İmparatorluk Kültü’ne adanmış görkemli Sebasteion’un muazzam heykeltraşlık işlerinin sergilendiği ve mimarisi Cengiz Bektaş’a ait olan Sevgi Gönül salonunda yeralan 3 heykel ya da belki daha doğru ifadeyle rölyef ve müzedeki 1 heykel bize iktidar hakkında çok şey söylüyor.

Aslında rölyeflerin hepsi birbiri ile ilişkili. Mitolojik hikayeler, kahramanlar, imparatorlar ve soylular gelişigüzel seçilmemiş. Dikkatlice kurgulanmış bir kompozisyonla biraraya getirilmiş. 

Bir çok farklı mit, tanrılar, kahramanlar ve ölümlülerden oluşan Antik dünyanın en üst düzey heykeltraşlık işlerini günlerce seyretmek, mitolojinin büyüsüne kapılıp gitmek mümkün. Ben sadece son gittiğimde gözüme çarpan ya da hissettiğim bir şeyden bahsetmek istiyorum.

2 Ağustos 2018 Perşembe

Yunan Mitolojisinin Üvey Tanrısı Hephaistos

Hephaistos Antik Yunan panteonunda yani tanrılar aleminde 12 önemli tanrıdan biri olmasına rağmen çok fazla bilinmeyen, adı çok geçmeyen, pek tapınağına rastlanmayan bir tanrı. Genelde de bahsedilmeye çirkinliği ile, topallığı ile başlanan, hor görülen biri. Aslında emekçi ve çalışkan, becerikli bir abimiz. Ayrıca doğumunda, engelliliğinde, sorumlu olduğu işlerde öyle ilginç derinlikler var ki, kesinlikle biraz daha bilinmeyi hakediyor.

Her tanrının doğumu olay(lı)dır. Hephaistos'unki de istisna değil:

Çoğu anlatı, Zeus'un Athena'yı tek başına meydana getirmesini kıskanan karısı Hera'nın Hephaistos'u tek başına doğurduğunu/meydana getirdiğini aktarır. Gerçi Zeus Athena'yı tek başına getirmemiştir ama neyse o da başka bir hikaye, girmeyelim şimdi, ama Athena Zeus'un bir baltayla yardığı başından çıkmıştır. Bu arada bu baltanın da Zeus'a Hephaistos tarafından yapılarak verildiği de aktarılır. Zaman/kronoloji mevhumunun tepetaklak olduğu bir anlatı:

24 Temmuz 2018 Salı

Mimar Sinan'ın Çizmediği Mimar Sinan Çizimi

Mimarlık Tarihi derslerinde konu Mimar Sinan’a geldiğinde, dersin uzunca bir kısmını öğrencilere Mimar Sinan hakkında bildikleri, gördükleri, okudukları şeylerin en az %90’ının doğru olmadığını anlatmaya ayırırım. 

Internette gezinen bilgilerin ne kadar gerçek dışı olduğunu, Mimar Sinan’ın kimseye mektup yazıp bir yere saklamadığını, nargile içmediğini (onun döneminde icat edilmediği için istese de içemeyeceğini), Mihrimah Sultan’la kırıştırdıklarına dair bir bilgi olmadığını, ona maledilen her binayı bizzat başından sonuna kadar onun yapmasının mümkün olamayacağını vs... anlatmak uzun zaman alır. 

18 Temmuz 2018 Çarşamba

Göbeklitepe'nin Önemi

Son yıllarda gerçekten de hak ederek oldukça popüler olan bir keşif Göbeklitepe. Farklı mecralarda, farklı gruplarda farklı etki derecelerinde konuşuluyor, tartışılıyor. Artık herkes buranın çok önemli bir yer olduğunun farkında ama neden önemli olduğu bilgisinin, önemli olduğu bilgisi kadar yaygın olduğunu söylemek mümkün değil. Bu yazı, Göbeklitepe'nin neden önemli olduğunu hakkında...

11 Temmuz 2018 Çarşamba

Antik Yunan Mimarisinde Düzenler

Antik Yunan Mimarlığı, mimarlık tarihinin en önemli bölümlerinden biri şüphesiz. Benim de açıkçası en sevdiğim alan. Hatta Antik Yunan'a olan ilgim nedeni ile mimarlık tarihinde yüksek lisans yapmaya karar vermiştim dersem yanlış olmaz. Genelde derslerde de en severek anlattığım dönemdir Antik Yunan.

Güzelliğe ve güzelliğin ne olduğu üzerine arayışa düşkün Yunanlılar mimarinin ve özellikle cephe kurgusunun nasıl olması gerektiğine en çok kafa yoran uygarlıklardan birisi galiba. Bunu, geliştirdikleri biçimler ve biçimleri kullanma kurallarından anlamak mümkün. Bu biçim repertuarları ve bunların bağlı olduğu kural sistemlerine "mimari düzen" adını veriyoruz.  

Bu yazıda kısaca Antik Yunan mimarlığının en önemli konusu olan mimari düzenlere değineyim, en azından daha fazla kişi bir Antik kentte gezerken yanındakilere "bak şu Dor düzeni, bu Korint, hmmm demek ki daha geç dönem bu" şeklinde hava yapabilsin, halka bir yararım dokunsun istedim.

Önce tabii mimari düzenin ne olduğundan bahsetmek gerekiyor. Zira günümüz mimarisinde tam karşılığı olan bir durum değil.

8 Temmuz 2018 Pazar

Selçuk Aziz Jean Kilisesi

İzmir’in hemen yanıbaşındaki Selçuk ilçesi eşi az bulunur bir tarihi zenginliğe sahip. Şüphesiz herkesin ilk aklına gelen Ephesos Antik kenti ve dünyanın 7 harikasından biri olan Artemis Tapınağı. Ama bunların yanısıra Beylikler dönemine ait anıtsal İsa Bey Camisi ve yerleşimin içine yayılmış durumda, ilgisizlikten biraz mahsun bir çok hamam, türbe ve mescitin oluşturduğu zengin kültürel miras çok fazla yerleşimde yok. Ayrıca yakın zamanda restore edilerek ziyarete açılan Selçuk Kalesi'ni de bunlara eklemek gerekiyor.

Bunların yanısıra bir yapı var ki hem mimari, hem tarihi hem de dini açıdan çok çok önemli. Aziz Jean, ya da daha yerleşik özgün adıyla Saint Jean Kilisesi. Bu muhteşem Bizans yapısı hem öyküsü hem de mimarisi ile büyüleyici bir yapı. 

12 Haziran 2018 Salı

Pantheon - Tüm Tanrılar İçin Bir Tapınak

Roma İmparatorluğu'nun merkezi olan Roma kentinin hem inşa edildiği tarihte hem de günümüzde en etkileyici yapılarından birisi şüphesiz Pantheon'dur. Roma'ya her gidenin mutlaka uğradığı, şöyle bir girip çıktığı yapı hakkında bir çok bilgi var şüphesiz kitaplarda ve internette. Hem bu bilgilerin en güvenilirlerini biraraya getireyim hem de bir mimar gözüyle yapıya tekrar bakayım dedim. 
Parthenon (web 5)

Adıyla başlayalım yapının... Pantheon, PAN ve THEON sözcüklerinin biraraya gelmesiyle oluşmuş Latince (daha da eskisi, Yunanca) bir sözcük. Pan sözcüğü Türkçe'ye tüm, bütün olarak çevrilebilir. Theon da tanrılar anlamına geliyor. Bu sözcükler zaten Türkçe'ye Yunanca ve Latince üzerinden de geçmiş ve nadiren de olsa dilimizde kullanılmakta. Panislamizm ya da Teoloji sözcüklerindeki gibi. 

Özetle "Pantheon"un tam olarak karşılığı "Tüm Tanrılar". Sözcüğü bina ismi olarak düşündüğümüzde de "Tüm Tanrılara Adanmış Tapınak" olarak çevirmek doğru olacak. Ve evet, Pantheon Romalılar tarafından tüm tanrılarına adanmış bir tapınak olarak inşa edilen bir yapı. Ancak tabii ki içinde tüm tanrılarına ait kült nesneleri bulmak mümkün değil, zaten Romalıların yüzlerce tanrı, tanrılaştırdıkları kavram ve kişiye sahip olduklarını düşündüğümüzde bunun imkansız olduğunu kabul etmek lazım. Aslında bu tapınak Roma panteonundaki (panteon burada belli bir dindeki tanrılar sınıfı anlamında) en önemli tanrılara adanmış bir tapınak.  

22 Mayıs 2018 Salı

Karun Kadar Zengin mi Yoksa Mutlu Olmak mı İstersiniz?

Karun Hazineleri yakın zamanda Uşak Müzesi'nin soyulması ve bazı eserlerin sahteleri ile değiştirilmeleri üzerine gündeme gelmişti. Neyse ki sonradan gerçek eserler bulunmuş ve müzeye geri iade edilmişti. Galiba bu olayların sorumlusu olarak da müze müdürü yargılanıp suçlu bulunmuştu. Şu an Uşak Müzesi yeni yerine taşınmak üzere. Uşak Tren İstasyonu'nun yanında inşa edilen yeni müze binası herhalde yakın zamanda ziyarete açılacak ve bu müthiş eserleri tekrar görebileceğiz. 

Bu değerli ve güzel eserlerin sahibi, zenginliğin, hazinelerin kendisiyle özdeşleştirildiği Karun aslında hayali değil, tarihi bir kişilik. Kendisi aslında MÖ 560 - 546 yılları arasında hüküm süren Lidya Kralı Kroisos'dan başkası değil.

11 Mayıs 2018 Cuma

Judith ve Holofernes ya da Kafa Kesmenin Estetiği

Judith ve Holofernes'in Başı,
Gustav Klimt, 1901
Evet, kafa kesmek ya da kesilmiş bir kafa hiç hoş bir şey değil. Hele ki son dönemde IŞİD ve benzeri terör örgütlerinin insanlık dışı eylemleri akla gelince bu konu hakkında konuşmak, estetikle yan yana getirmek bile oldukça nahoş bir iş.

Tam da bu yüzden, sanat tarihinde beni en çok etkileyen resimlerden biri olan Gustav Klimt'in "Judith ve Holofernes'in Kafası" tablosunun hikayesini peşine düşünce sanatın hoş olmayanla ilişkisi üzerine söyleyecek çok şey olabileceğini düşündüm ve söyleyeyim dedim. 

Önce biraz konudan, resimden ve farklı varyasyonlarından bahsedelim.

Mesel kutsal kitaplarda değil, bunlara ek olarak yazılmış, "apokrif" olarak tabir edilen metinlerden birinde anlatılır. Judith'in tüm hikayesi "Judith Kitabı" isimli bir derlemede toplanmıştır. Kitabın 10 ve 14. bölümleri arasını olduğu gibi yazının sonuna ekledim, isteyen oradan okuyabilir ama sıkılganlar için hikayenin özeti şu:

Asur İmparatoru Nabucadnezzar İsrail halkının üstüne Holofernes isimli bir komutanının yönetiminde güçlü bir orduyu gönderiyor. Holofernes'in ordusu Betulia kentinin önüne kamp kuruyor ve kenti teslim olmaya zorluyor. Çok güçlü olan ordunun karşısında kentin umudu günden güne azalıyor.

24 Nisan 2018 Salı

Pegasos'lu Bellerophontes ya da Beyaz Atlı Prens

Her genç kızın hayali olan "Beyaz Atlı Prens"in kim olduğunu açıklığa kavuşturmanın zamanı geldi arkadaşlar.Özellikle Ortaçağ romantik edebiyatının popüler konusu olan bu anlatının günümüze büyük oranda karikatürü varabilmiş ama gelin, aslında bu anlatı nereden türemiş, nereleri dolaşmış, hangi dinlere girmiş çıkmış, biraz ona bakalım.


Bellerophontes ve Pegasos
En son yazacağımı baştan söyleyeyim, ejderhayı öldürüp prensesi kurtaran Beyaz Atlı Prens, Yunan mitolojisinin kahramanlarından Bellerophontes’ten Beyaz At ise herkesin iyi kötü bildiği kanatlı at Pegasos'tan başkası değil. 

Bellerophontes'in hikayesi uzun. Tüm kahramanlar gibi trajediler ile dolu yaşamında bir çok altından kalkılamaz görevi tanrıların, tanrıçaların yardımıyla yerine getirmiş, ölüme kafa tutmuş bir arkadaş kendisi. Onu Anadolu'ya bağlayan ve binlerce yıl sonraki romanlara, masallara, şiirlere, dini anlatılara hatta resim ve heykellere ilham veren "Beyaz Atlı Prens"e dönüştüren görevinin izleri ise hala Antalya’nın batısındaki dağlarda varolmaya devam ediyor.

Homeros, ölümsüz eseri İlyada’da değinir Bellerophones’in hikayesine. İlyada’daki metnin tamamını en sona ekledim, aşağıda ondan ve diğer kaynaklardan derlediğim hikayenin özetini aktarayım:

24 Aralık 2017 Pazar

Marsyas'ın İbretlik Hikayesi ve Sanattaki Yansımaları


Marsyas'ın ibretlik hikayesi arasıra aklıma gelir. Özellikle de çeşitli müzelerde Marsyas'ın heykellerine rastladığımda. Anadolu'nun bir çok müzesinde Marsyas heykellerinin bulunmasının nedeni de mitin bu topraklarda geçmesi. Hem bu, hem de dallanıp budaklanırken etraftaki bir çok coğrafi gerçekliğe bağlanması da herhalde onu benim için özel yapan diğer özellikleri. Ancak ne yazık ki bu mit çoğu kaynakta yanlış ya da eksik aktarılıyor. Oturup şu miti çeşitli kaynaklardan bir derleyeyim dedim ve ortaya aşağıdaki metin çıktı. 

Anadolu'daki müzelerden bir kaç Marsyas heykeli:
1: Manisa, 2: Aydın, 3-4: Antalya Arkeoloji Müzesi
Nedense bu heykellerde Marsyas satirlerin karakteristiği olan belden aşağıları keçi olarak biçimlendirilmemiş. 1. ve 2. heykellerde ağaca bağlanmış Marsyas derisinin soyulmasını beklerken tasvir edilmiş. 3. ve 4. heykellerde ise doğrudan öykünün anlatıldığına dair bir ipucu yok. 3. heykelin yanındaki pan flüt şüphesiz mite bir gönderme yapıyor ama son heykel oldukça hareketli ve dramatik yüz ifadesine sahip olsa da mitle ilişki kurulabilecek bir ipucu barındırmıyor.

1 Kasım 2017 Çarşamba

Belevi Mezar Anıtı


Yaşamın zenginliği birşeylerin farkına varmakla ilgili çoğu zaman. Bir arının her akşamüstü bir çiçeğe geldiğini fark ettiğinizde yaşamınıza dair bir şeyler değişiyor. Ya da her gün önünden geçtiğiniz bir yapının bir İmparator bir kente geldiğinde sadece bir kere altından geçmesi için yapıldığını öğrendiğinizde.  
Belevi Mezar Anıtı'nın yeri

2 Eylül 2017 Cumartesi

Keçi Kalesi

Bugün, Efes'e, Kuşadası'na ya da daha güneydeki Antik kentlere giderken hep yanından geçtiğim, yolunu, izini bir türlü öğrenemediğim Keçi Kalesi'ne çıktım. Baştan söyleyeyim, yok arkadaşlar, isminin somut olarak keçilerle ilgisi yok, bence adını buraya çıkmak için keçi gibi inatçı olmak gerektiğinden almış.

Kaleyle ilgili bilgi bulmak pek kolay değil. Aşağıda adresini verdiğim blogta derli toplu bilgiler mevcut ancak kaynak belirtilmediği için doğruluğundan emin olmak mümkün değil.

10 Ağustos 2017 Perşembe

AIGAI Gezi Fotoğrafları


Aigai İzmir'in kuzeyinde, Aliağa'nın iç taraflarında bir Aiol kenti. Aiol kentleri birazcık İyon kentlerinin gölgesinde kalmış, sanki biraz daha mütevazi kentler. Hatta biraz da ensesine vur, ekmeğini al durumları da var. İzmir, yani Antik Smyrna böyle bir "ensesine vur" katakullisi ile Aiol kentlerinden alınıp İyon kentlerine katılıyor. Neyse uzun hikaye... Daha önce gezdiğim Temnos'un feci hali de biraz bunu destekliyor. ( http://arkeogezi.blogspot.com.tr/2014/05/temnos-unutulan-bir-aiol-kenti.html ) Ama Aigai biraz farklı. Zamanında hiç de fena bir kent değilmiş gibi...

Sahilden, Çanakkale yolundan kuzeye doğru giderken Aliağa'yı geçtikten sonra Şakran'a girmeden hemen sağa, cezaevine doğru giden yola sapıyorsunuz. Yol gittikçe daralarak ve bir kaç köy gezerek Yuntdağköseler Köyü'ne varıyor. Buradan daha da daralan bir yolu takip ederek Aigai'ye varıyorsunuz. Ulaşımı biraz meşakkatli olsa da günümüze oldukça iyi durumda kalmış bir kent dokusuna sahip, gezmekten her zaman keyif aldığım bir Antik kent Aigai.