Bu yazıda Geç Antik Çağ’da kilise mimarisinin ortaya çıkışından bahsedeceğim. Tabi öncesinde hristiyanlığın ortaya çıkışı ve erken dönemlerini konuşmak da gerekiyor. Zira kilise mimarisi bu dönemle bağlantılı olarak şekilleniyor.
Geç Antik Çağ aslında görece yeni bir tanım ve tam sınırlarını söylemek kolay değil. Bir çok farklı öneri var. Ben bu yazıda Roma İmparatorluğu'nda ilk Doğu-Batı ayrımını yapan ve tetrarşiyi (dörtlü yönetim) kuran İmparator Diocletianus ile başlayıp Batı Roma'nın yıkıldığı tarihle biten süreci kastediyorum. Yani yaklaşık 250-450 arası gibi bir şey. Tam da kilise mimarisinin ortaya çıkışını konuşmak için ideal bir dönem. Yani bugün anladığımız anlamda kilise mimarisi bu dönemde ortaya çıkmıştır dersek yanlış olmaz.
Peki neden hristiyanlık MS 1. yüzyılda ortaya çıkmışken kilise mimarisinden bahsetmek için yaklaşık 300 yıl beklemek zorunda kalıyoruz? Tabii ki hristiyanlık ortaya çıktığında katı bir şekilde yasaklandığı ve hristiyan olduğunu belli edenlerin dönemden döneme değişen ağırlıklarda cezalandırmaya maruz kaldıkları için uzun süre kilise inşa etmek gibi bir şey mümkün olamıyor. En azından dışarıdan kilise olduğu anlaşılacak biçimde... Şimdi kısaca bu süreci konuşup ilk ibadet yapılarından başlayalım.
Bu arada başlamadan önce şunu da söylemek gerekir ki, İsa Peygamber yaşarken kaleme alınmış herhangi bir metin yok. Ona dair anlatıların hepsi çarmıha gerilişinden çok sonra yazılmış ve içlerinden 4 tanesi "İncil" olarak farklı bir yere konulan metinler. Dolayısıyla bu anlatılar, gerçeğin, mitin, hayalin vs... yoğun bir karışımı olarak da görülebilir. Bu nedenle aşağıdaki anlatıları bir tarih anlatısı olarak görmek yanlış olur. Doğrusu neresi tarih, neresi mit, neresi hayal, neresi yorum... birbirinden ayırmak mümkün değil.
Hristiyanlık MS 1. yüzyılda ortaya çıkıyor ve yayılıyor bildiğiniz gibi. Ancak her çıkan yeni din gibi mevcut iktidar ve dinler tarafından pek hoş karşılanmıyor. Başlarda yahudiliğin bir mezhebi gibi görünen İsa Peygamber’in öğretisi önce yahudiler daha sonra da Roma otoritesi tarafından kabul edilemez bulunuyor. Önceleri bu olayı çok ciddiye almayan ve o dönemlerde sıklıkla ortaya çıkan sahte peygamber/mesih olaylarına alışkın olan Roma otoritesi bir süre sonra özellikle yahudilerin baskısıyla bu yeni çıkan harekete karşı tavır almak durumunda kalıyor.
Biraz karikatürize ederek anlatacak olursak, biliyorsunuz yahudilikte bir mesih inancı var. O dönemde de sürekli Filistin topraklarında "ben mesihim" diye gezen tipler ortaya çıkıyor. Biliyorsunuz bu arkadaşlara bugün de rastlanıyor ama tabi genelde bugün bunlara psikolojik vaka olarak bakıyor, çarmıha germeyip ilaç tedavisi uyguluyoruz. Neyse, bu ortaya çıkan mesihlerin çoğu "zararsız deli" olarak yaşamlarını sürdürüyorlar ama hitabet yetenekleri kuvvetli olanaklar çevrelerine kendilerine inanan ciddi kalabalıklar toplayabiliyorlar ve hem mevcut dinler hem de Roma iktidarı tarafından sorun olarak görünüyorlar. Böyle olunca da Roma iktidarı diyor ki "madem mesihsin sen ölümsüzsündür şimdi... Gel bi çarmıha gerelim seni, eğer mesihsen zaten sorun olmaz..." Böyle bir çok kişi çarmıha geriliyor. Aslında İsa Peygamber'in durumu da benzer bir durum ama en önemli fark Peygamber'in çarmıha gerilip öldükten 3 gün sonra mezarı açıldığında mezarın boş olduğu görülüyor. Tabi bunu bugün yaşasak farklı şeyler düşünürüz ama o zamanki takipçileri Peygamber'in göğe yükseldiğine inanıyor ve inandırıyorlar. Ve tabi hızla onun öğretileri yayılmaya başlıyor. Ama dediğim gibi her zaman gizli olmak zorunda bu dini yayma faaliyetleri. Dolayısıyla neredeyse en başından beri Hristiyanlar gizlenmek, gizlenerek ibadetlerini yapmak zorunda kalıyorlar. Ortaya çıkışından İmparator Konstantinus’un 313 yılındaki MİLANO FERMANI’na kadar sürüyor bu gizlenme dönemi.
Burada bir parantez açıp Roma ideolojisi ile hristiyanlığın karşı karşıya gelişine değinelim. Aslında Roma yeni dinlere, tanrılara oldukça tolerans gösterebilen hatta kimi zaman karşılaştığı kültleri, tanrıları kendi panteonuna yani tanrılar alemine katabilen bir esnekliğe sahip. Zaten bu esneklik, devasa bir coğrafyaya hükmetmesini sağlayan özelliklerinden birisi. Ancak önemli bir şartı var ki, egemenliği altındaki halklardan da kendi tanrılarına, özellikle imparatorluk kültüne saygı göstermelerini istiyor. Halklar da genel olarak buna uyuyor ve göstermelik de olsa Roma tanrılarına ve imparatorluk kültüne saygı gösterip ara sıra kurban sunuyorlar.
İşte bütün gerilim hristiyanların "biz sadece tek tanrıya inanırız, ne Roma tanrılarına ne de imparatorluk kültüne kurban sunmayız" biçimindeki öğretileri nedeni ile bunu reddetmesiyle ortaya çıkıyor. Yani Roma yeni dini veya tanrılarını pek dert etmiyor ama kendi kültlerine kurban sunulmaması onun için kabul edilebilir bir şey değil. Bunun için ara sıra herkesin Roma kültlerine kurban sunma zorunluluğu getirip buna uymayanları cezalandırıyorlar. Örneğin Yahudiler pagan tanrılarına inanmıyorlardı ama tapınaklarında Augustus’a ve sonraki imparatorla dua ettikleri ve kurban sundukları için Roma tarafından çokta fazla baskı görmüyorlardı (Nixey, 2023, 88). Ama Hristiyanlar bu konuda uzlaşmacı değillerdi. En azından büyük çoğunluğu.
Mimarlığa geçmeden son olarak hristiyanlığın Roma'da nasıl özgürlük kazandığını ve kısa zamanda devlet dinine dönüştüğünü de aradan çıkaralım. Bunun için yukarıda adı geçen İmparator Diocletianus'dan başlamamız gerekiyor hikayeye. Roma'nın 3. yüzyılda yaşadığı, sürekli imparator değişiklikleri, askeri darbeler, suikastlar, sınır ihlalleri ile dolu büyük kriz zamanlarında Diocletianus yeni bir sistem kuruyor. Özellikle genişleyen toprakların yönetilememesini çözmeye çalışan ve imparator değişikliklerinin yol açtığı sorunları gidermek için sıradaki imparatorun kim olacağını önceden düzene koyan bir yönetim sistemi bu. İmparatorluğu Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayırıyor ve her ikisinin de başına birer imparator, yani AUGUSTUS geçiriyor. Bu augustusların görev süresi dolunca ya da öldüklerinde bir yönetim krizi çıkmaması için bunlardan sonra yerlerine geçecek birer yardımcı, yani CAESAR da atanıyor. Böylece 2 augustus, 2 caesar'dan oluşan 4'lü sistem, yani TETRARŞİ başlıyor.
Diocletianus zamanında ve sonrasında kısa bir süre sistem çalışıyor ve işler yolunda gidiyor ancak bir süre sonra detaylarına burada daha fazla girmeyeceğimiz bir süreçte iki augustus birbirine giriyor. Bunlar KONSTANTİNUS ve MAXENTIUS. Bunlar aslında eş imparatorlar ama tekrar tek imparator olmak için savaşıyorlar ve tetrarşi böylece çöküyor. İşe bu iki augustus 28 ekim 312'de Roma yakınlarındaki MİLVİA KÖPRÜSÜ denen yerde kozlarını paylaşmak üzere karşılaşıyorlar.
İşte tam burada alengirli olaylar dönüyor... Anlatılana göre Konstantinus "yukarlardan" bir mesaj alıyor. Mesajın alınma biçimi ve içeriği farklı kaynaklarda farklı biçimde aktarılıyor. Kimisi rüyasında, kimisi uyanıkken gökte bir haç gördü, kimisi ise İsa Peygamber'in adının ilk iki harfi olan Latince XP (Christos'un latince yazılışının ilk iki harfi Chi ve Ro) harflerini gördü diyor. Ve bir ses de ona "bu işaretle kazanacaksın" gibisinden bir şey söylüyor. Aslında bu "mucize"nin farklı anlatımlarının yanısıra o gün gerçekleşen bazı atmosferik olayların tesadüfen mucize gibi yorumlanabilecek durumlara yol açmış olabileceğini düşünenler de var. Bu konudaki bilgilere yazının sonundaki kaynakçadaki wikipedia adresinde bulunabilir.
Bu konuyla ilgili son okuduğum bir kitaptaki dipnotu aktarayım:
“Hikayeye göre bir gün imparatorluk rakibi Maxentius’a karşı yaklaşan savaştan kısa bir süre önce Konstantin öğle vakti dua ederken gökyüzüne baktı. Gördüğünü iddia ettiği şey yüzyıllar boyunca parlayacaktı çünkü Konstantin güneşin üstünde ışıktan bir haç gördü ve onun yanında şu sözcükler yazılıydı: ‘Bununla fethet’. Bu anlatı, Eusebios’un ‘Konstantin’in hayatı’ adlı eserinden, söylendiğine göre Konstantin’in kendi ağzıyla anlattığı versiyonudur. Eusebios’un belirttiğine göre başka herhangi biri tarafından anlatılmış olsaydı inanılması zor olabilirdi. Lactantius’taki başka bir anlatı ise biraz farklıdır. Burada Konstantin’e bir rüyasında ordusunun kalkanlarına tanrının ilahi işaretini ‘chi-rho’ şeklinde çizdirmesi söylendi" (Nixey, 2023,103).
Bu mesajın üzerine Konstantinus bu simgenin, artık haç mı yoksa XP mi neyse, tüm askerlerin kalkanlarına kazınmasını emrediyor. Bu şekilde savaş kazanılıyor ve Konstantin "Hristiyanların Tanrısının" kendisine yardım ettiğini düşünüyor. Dediğim gibi zaten çok tanrılı dinler diğer tanrıları kendi panteonuna katmakta çok zorluk çekmiyor. Neyse, işte bu yardımın karşılığı olarak 313 yılında Konstantinus ünlü MİLANO FERMANI'nı yayınlayarak artık hristiyanların cezalandırılmayacağını, kendi dini yapılarını inşa edip özgürce ibadet edebileceklerini ilan ediyor. Ancak Konstantinus hristiyan olmuyor. Tartışmalı bir konu gerçi bu. Bazıları yaşarken hristiyan olduğunu, bazıları ise ancak ölüm döşeğinde vaftiz olarak hristiyanlığa geçtiğini iddia ediyor.
Bu Milvia Köprüsü mucizesi hakkında açıkçası benim başka bir teorim var. Muhtemelen Konstantinus orduda hristiyanlığın yayıldığını hatta belki askerlerin çoğunun bu dini benimsediğini biliyordu ve onların motivasyonunu arttırmak için böyle bir mucize anlatısı kurguladı. Şüphesiz hristiyan askerler kalkanlarında dinlerinin sembolü varken ve "yukarlardan" zafer müjdelenmişken çok daha şevkle çarpışmışlardır.
Evet, bu kadar tarih özetinden sonra mimarlığa gelelim ufak ufak. Yukarıda da dediğimiz gibi 4. yüzyıla kadar hristiyanlık gizlenmek durumunda. Ancak hristiyan ibadetlerinin bir çoğu da cemaatle birlikte ve bir rahip önderliğinde yapılması gereken ibadetler. Yani böyle çaktırmadan evimde kendi kendime yapayım ibadetimi gibi bir durum yok. Bir araya gelmek zorundasınız. İşte 313 yılına kadar tüm bu ibadetler katakomb denen yer altı mekanlarında veya daha çok, dışarıdan fark edilmeyen kiliseye dönüştürülmüş konutlarda gerçekleştiriliyor. Bazı konutlar toplu ibadetlerin gerçekleştirilebilmesi için mekansal ve tefriş olarak yeniden düzenleniyor. Bu “gizli” kiliselerden en erken tarihlisi bugün Suriye-Irak sınırında bulunan Duro-Europos kentinde arkeologlar tarafından keşfediliyor. Aşağıda görsellerini gördüğünüz 233-256 yıllarına tarihlenen bu yapı dışarıdan hiç fark edilmese de içerisinde özellikle vaftiz töreni için özelleşmiş bir tefrişatla kendini ele veriyor.
Hristiyanlığın serbest bırakıldığı 4. yüzyıldan itibaren ise artık en baştan kilise olarak inşa edilmiş yapılar görülmeye başlanıyor. Yalnız burada şöyle bir sorunla karşılaşılıyor, önceleri fark edilmemek için küçük cemaatler halinde evden dönüştürülmüş mütevazı yapılar iş görürken artık yüzlerce kişiyi içine alabilecek anıtsal boyutlarda kiliseler ihtiyaç haline geliyor. Zira artık işlevlerinin yanısıra dini ve ele geçirilen gücü de temsil edecek bu yapılar...
Peki nasıl biçimlenecek, formları ne olacak bu kiliselerin? İncil'de bu konuyla ilgili yönlendirici bir ifade yok. Bu arada burada bir parantez açıp İncil'de geçen "kilise"lerin çoğunlukla yanlış anlaşıldığını da söylemek lazım. Aslında kilise sözcüğünün kökeni Yunanca "ekklesia"ya dayanıyor. Bu da "topluluk" demek. Yani aynı Müslümanlıktaki cami-cemaat sözcüklerinin aynı kökten türemesi gibi. Yani İncil ekklesialardan bahsettiğinde çoğunlukla mimari yapıdan değil hristiyanlık öğretisi ile bir araya gelmiş topluluklardan bahsediyor. Bunun en bilinen örneği "7 kilise" mevzusu.
Örneğin Yeni Ahit'in Vahiy (Revelation) kitabında Asia'daki 7 kiliseden bahsedilir. Burada bazıları somut olarak kilise yapılarından bahsedildiğini sanıp bu kiliseleri yerinde bulmaya çalışırlar, ancak aslında kastedilen Batı Anadolu'daki (O zamanlar Roma'nın Asia eyaleti) 7 kentteki 7 hristiyan topluluğudur. Muhtemelen bu topluluklar kilise filan yapamamışlardı yasaklardan dolayı, yukarıda anlattığımız gibi evden dönüştürülmüş kiliselerde gizli gizli ibadetlerini yapıyorlardı. Bu kentler, Smyrna (İzmir), Pergamum (Bergama), Thyatria (Akhisar), Ephesus, Laodikeia (Denizli yakınında), Philadelphia (Alaşehir) ve Sardis'tir.
Neyse, kilise yapısının nasıl olacağı meselesine geri dönecek olursak, bu soruna dönemin mimarlarının sıfırdan yeni bir form türetmek yerine Roma mimarisindeki farklı işlevlerdeki bazı yapıları örnek alarak kilise biçimini geliştirdiklerini görüyoruz. İki farklı yapı tipi ilk kiliselere örnek teşkil ediyor: BAZİLİKALAR ve MAUSOLEUMLAR yani anıt mezarlar. Bazilikalardan “bazilikal plan şemalı”, anıt mezarlardansa “merkezi plan şemalı” kiliseler türetiliyor.
Bu seçimin nedenlerine gelecek olursak Roma döneminde içine kalabalıkları alacak bir kaç yapı tipinden birisi bazilikalar. Diğer yapılarsa tapınaklar ve hamamlar. Bu son iki yapı tipi tercih edilmiyor doğal olarak. Pagan tapınaklarına öykünmek yüzyıllardır pagan zulmüne maruz kalmış hristiyanlar için tahmin edersiniz ki hiç mantıklı değil. Hamamlar da hem dinle bağdaştırılamayacak işlevleri hem de yıkanma sürecine göre gelişmiş plan şemalarının ayinlerin mekansal ihtiyaçları ile hiç uyuşmaması nedeni ile tercih edilmiyor. Eh, işte elde kala kala bunlara göre daha nötr ve mekansal olarak hristiyan ibadetlerine hizmet edebilecek bazilikalar kalıyor elde. Hatta "bazilika" sözcüğü, aslında Roma'nın dinle ilgisi olmayan, ticaret, yargılama, toplanma vs. gibi işlevlerle kullanılan bir yapı olduğu unutulup neredeyse kilise anlamına gelmeye başlıyor.
Hristiyanlar bu yapıları neredeyse aynen alıyorlar ancak ufak tefek uyarlamalar da söz konusu. En önemlisi bazilikalarda uzun kenardan giriş olması kilise iç mekanlarının kısa kenardaki apsise yönelmesi zorunluluğu nedeni ile apsisin karşısındaki kısa kenara alınıyor. Girişe bazen bir, bazense iki adet giriş mekanı “narthex” ekleniyor. Bu mekanlar erken dönem ritüelleri nedeniyle ortaya çıkıyor, zira törenin belli aşamalarında cemaate yeni katılan ya da “aday” diyebileceğimiz kişiler çıkıp bir süre dışarıda beklemeleri gerekiyor. İşte bu adayların beklediği yer narthex. Yine Roma bazilikalarından farklı olarak kimi zaman bu erken dönem bazilikal kiliselerinin giriş tarafında “atrium” denen bir avlu da bulunabiliyor.
Şimdi yukarıdaki resim altı yazısında kısaca tanıtılan bazilikal plan şemasını biraz daha detaylandıralım.
Atrium: Girişin önündeki çevresi genelde arkadlı yani kemerli sütun sırası yani arkad ile çevrelenmiş ön avlu. Erken dönem kiliselerinde sıklıkla rastlanırken daha sonraları nadiren atriumlara rastlanıyor.
Narthex: Narthex erken dönemdeki bazı ritüellerin akışından doğan bir mekan. Şöyle ki hristiyan ibadetlerinde belli bölümler. Bu bölümlerden bazılarına herkes katılabiliyor ancak bazılarına henüz tam olarak hristiyan olmamış "adaylar" katılamıyor. Örneğin İsa Peygamber'in bedeninin ekmeğe, kanının şaraba dönüşmesini sembolik olarak canlandıran ve ekmek ve şarapla yapılan eukharisti töreni sırasında bu adayların salondan çıkması ve dışarıda beklemesi gerekiyor. İşte bu arkadaşlar kapıdan çıkıp hemen önünde bekliyorlar. İşte buraya narthex deniyor ve kilise mimarisine girişin hemen önündeki mekan olarak geçiyor. Daha sonraki dönemlerde sanırım bu işlevi ortadan kalkıyuor ama mekan olarak varlığı devam ediyor. Bazı kiliselerde bu narthex girişin içinde ve dışında olmak üzere iki tane olabiliyor. Yani bir tanesi iç bir tanesi dış mekanda olmak üzere. O zaman bunlara İÇ veya ENDO Nathex ve DIŞ veya EXO Narthex diyoruz. Örneğin Ayasofya böyle çift narthexli bir kilisedir. Narthex her kilisede olmak zorunda değildir.
Nef: Kilisede cemaatin toplandığı ve her kilisede doğal olarak bulunmak zorunda olan bölümdür nef. İsminin ilginç bir durumu var zira nef (naive) aslında bir denizcilik terimi. Gemi veya güverteye benzer bir anlamı var. Hangi kaynaktan okudum, kimden duydum ya da uyduruyor muyum bilmiyorum ama bu etimoloji kilisede cemaatin toplandığı yer ile Nuh Peygamber'in selden kurtarmak için cemaatini topladığı gemi ile ilişkili olduğunu hatırlıyorum.
Yan Nef: Kilisede iç mekanı büyütmek için ortadaki ana nefin iki yanına eklenen ve ondan daha dar olan nefler. Her zaman simetrik bir plan oluşturacak şekilde eklenirler. Yani ana nefin bir tarafında kaç yan nef varsa diğer tarafında da o sayıda olur.
Transept: (Ya da Transept kolu) Nef(ler) ile apsis arasında kimi zaman bulunan ve bu aksı dik olarak kesen mekan. Başlarda bulunmasa da sonradan kilislerde sık sık görülmeye başlanıyor transept mekanı. İşlevsel olarak fazlaca bir katkısı yok ama plan şemasını haça benzettiği için muhtemelen sembolik anlamı dolayısıyla seviliyor ve uygulanıyor olmalı... Bir detay olarak, Doğu Kilisesi'nde genelde ortaya yakın bulunur transept kolu ve planı Yunan Haçı dediğimiz (+) biçimine yaklaştırır. Batı Kilisesi'nde ise transept kolu apsise yakındır ve planı Latin Haçı'na (†) dönüştürür.
Galeri: Bazen yan nefler 2 katlı olur ve bu üst kata galeri veya galeri katı denir.
Bema: Kilisede sunağın hemen önündeki alan. Burada genelde AMBON bulunurdu. Vaiz kürsüsü denebilir ambon için. Rahibin törenin belli aşamalarında çıkıp vaaz verdiği ya da dua okuduğu platform.
Sunak: Muhtemelen pagan inancından hristiyanlığa aktarılmış bir tefrişat. Masa biçimindedir ve üstünde tören eşyaları yer alır. Rahip bu sunağın arkasından ayini yönetir. (Bu ritüel ve pagan ritüelleri ile ilişkisi hakkında biraz cahilim ama oldukça ilgi çekici bir konu. İlerde bilgilendikçe buraya eklemeler yaparım)
Apsis: Roma baziliklarında da bulunan ve sıklıkla imparatorun heykelinin bulunduğu bu anıtsal niş kilise mimarisine de geçmiş. Burası kilisenin en kutsal kısmı ve tabii ki artık imparator heykeli değil İsa, Meryem gibi en önemli figürlerin heykellerine, resimlerine ve hemen önünde bir sunak masasına ev sahipliği yapıyor. Kimi zaman basamaklar şeklinde bir koro mekanı da bulunabiliyor apsislerde.
Cathedra: Kentin en büyük kilisesinde bulunan, kentin en üst düzey dini yöneticisi olan piskoposun kürsüsü. Kentin bu en büyük kilisesinin adı da içindeki "cathedra"dan dolayı CATHEDRAL olur.
Dikkat ettiyseniz kilise mimarisi için iki kök plan şeması var deyip hep bazilikaları tarif ettim çünkü diğeri üzerine anlatı kurmak biraz daha zor. Evet, merkezi kiliselere köken teşkil eden Roma anıt mezarlarından bahsediyorum. Bu merkezi plan şemalı kilise ihtiyacı nereden çıktı ve neden Roma anıt mezarları tercih edildi doğrusu bilmiyorum. Bilen yorumlara yazsın ya da ilerde öğrenirsem buraya eklerim ama şunu belki söyleyebilirim ki, aşağıya görsellerini de koyacağım İmparator Konstantin’in kızının anıt mezarı ile Ravenna’daki merkezi plan şemalı kilisenin birbirine had safhada benzerliği bu ilişkiyi çok net bir biçimde görünür kılıyor. Aşağıda iki yapının yakın aynı ölçekte yanyana getirilişini gösteren görselde bu benzerlik net olarak görülüyor:
Merkezi plan şemalı kiliseler erken dönemlerde çok popüler olmasa da Rönesans'ta neredeyse mükemmel bir amaç haline getiriliyor. Ancak ritüellerin uzunlamasına bir mekan gereksinimi ile sürekli çeliştiği için Rönesans mimarlarının her zaman amaçladığı bir ideal olarak kalmış çoğu zaman...
KAYNAKLAR:
Milvia Köprüsü Savaşı Wikipedia sayfası: https://en.wikipedia.org/wiki/Battle_of_the_Milvian_Bridge
Tetrarşi Heykeli Wikipedia sayfası:https://en.wikipedia.org/wiki/Portrait_of_the_Four_Tetrarchs
Catherine Nixey, 2023, Kasvetli Çağ, YKY.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder