4 Ekim 2020 Pazar

Ayasofya Kilise mi, Cami mi, Müze mi?

Hakkında bu kadar çok şey yazılan bir yapı hakkında yeni bir şeyler yazmak zor. Herkesin bu kadar bildiği ya da belki bildiğini sandığı bir yapı hakkında... Ama Caesar yazısında da söylediğim gibi bazı şeyleri o kadar çok bildiğimizi sanıyoruz ki bu sanrımız o şey hakkındaki bilgisizliğimizi gizleyebiliyor. Bu nedenle Ayasofya’yı derli toplu bir şekilde tekrar yazmak iyi olacak gibi görünüyor. Hazır bunu yaparken de Ayasofya'nın bariz olarak gözümüzün önünde değişip duran işlevlerinden başka bir işlevi daha olduğunu söyleyerek biraz algımızı genişleteyim istiyorum:

İktidarın temsili olarak Ayasofya. Bu da gerçi çok bilinmeyen bir şey değil ancak bazılarımıza yeni gelebilir. Ayasofya ayakta durduğu yaklaşık 1500 yıl boyunca sürekli değişen güç odakları tarafından işlevinden bağımsız, çoğu zaman onu aşan düzeyde bir göstergeye dönüştürülmüştür.

Çok havalı laf ettim, bakalım altından kalkabilecek miyim... 

Marmara Denizi fonu ile Ayasofya (Görsel: web8).

Etimoloji
Etimoloji ile başlayalım. Ne demek Ayasofya? Günümüz Türkçesine Ayasofya olarak geçen bu sözcük aslında Yunanca iki sözcükten oluşuyor. "Ἁγία Σοφία" yani “Hagia” ve “Sophia”. Çok kestirme bir çeviri ile hagia=kutsal, sophia=hikmet/bilgelik yani “Hagia Sophia” da “Kutsal Bilgelik” demektir diyebiliriz. 

Ayasofya bu alanda yapılan ilk kilise değil. Öncesinde muhtemelen bir pagan tapınağı olan alanda ilk olarak, kenti Roma İmparatorluğu'nun başkenti haline getiren 1. Konstantinus bir kilisenin yapımına başlıyor ve olaylar gelişiyor:

1. Ayasofya: II. Konstantius'un Büyük Kilisesi (360-404)
Bu alandaki ilk kilise imparator II. Konstantius (hükümdarlığı: 337-361) zamanında tamamlandı. Küçük bir Yunan kenti olan Byzantium'u Roma İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinapolis'e dönüştüren Büyük Konstantinus'la karıştırmayın. Onun oğlu bu arkadaş. 

II. Konstantius (web3). Afacan bir çocuk gibi görünse de II. Konstantius Bizans'ın önemli imparatorlarından biri idi (Görsel: wikipedia).

İşte bu alandaki bildiğimiz ilk kilise bu imparator zamanında hizmete açıldı. Bazı kaynaklar kilisenin inşaatının babası zamanında başladığını da iddia ediyor. 15 Şubat 360 yılında kutsanarak açılan kilise kentin en büyük kilisesi olduğu için "Magna Ecclesia" yani "Büyük Kilise" olarak anılıyordu (web1). Bu ilk kilisenin biçimi hakkında pek fazla bilgimiz yok ancak o zamanın baskın geleneği olarak Roma'daki ilk St. Peter kilisesine benzer, bazilikal bir plan şemasına sahip olması kuvvetle muhtemel. 

Roma'daki St. Peter Kilisesi'nin yaklaşık olarak 4. yüzyılın ilk yarısında, ilk inşa edildiğindeki hali (Görsel: web2).
Büyük Kilise'nin bu kiliseye ne kadar benzediğini bilmemize imkan yok ama benim tahminim hayli benzediği yönünde. Belki biraz daha küçük olabilir.

Büyük Kilise'nin mimarisi hakkında bildiğimiz tek şey yapının girişinin batı yönünde olduğu, ahşap bir tavanı olduğu ve büyük olasılıkla sütunlarının da ahşaptan olduğu (web1). Önünde bir avlusu yani kilise terminolojisinde söyleyecek olursak atriumu da vardı büyük olasılıkla.

Somut arkeolojik kanıtlar bulunmasa da, Büyük Kilise'nin aynı yerdeki bir pagan tapınağının yerine inşa edildiği düşünülmektedir. Zira Byzantium yani Konstantinapolis olmadan önce kent bir pagan kentiydi ve muhtemelen kentin en prestijli bölgesi olan bu alanda büyük tapınaklar yer alıyor olmalıydı. Bazı kaynaklar burada bir Artemis Tapınağı olduğunu aktarıyor (Ayasofya Müzeler Rehberi). Genellikle de MS 4. yüzyıldaki dönüşümde kentin tapınakları büyük oranda yıkılarak yerlerine kiliseler yapılmıştı.  

Bu ilk kilisenin yıkılışı bir isyanla oldu. Konstantinapolis Patriği John Chrysostom İmparator Arcadius'un karısı İmparatoriçe Aelia Eudoxia ile papaz olunca (oha, sözcük tam oturdu... :) ) yani ters düşünce 20 Haziran 404 yılında sürgüne gönderiliyor. Halk bu kararı pek de doğru bulmamış olmalı ki ardından güçlü bir isyan başlıyor ve bu isyan sırasında Büyük Kilise büyük oranda yanıp yıkılıyor (web1). 

Burada durup patriği sürgüne göndermenin kilise yakmaya kadar giden isyana yol açmasına bakarak "imama (papaza) kızıp oruç bozmak" deyimine doğru yelken açmak da mümkün...

Neyse... Şimdi bu meselenin üstünde biraz durmak gerekiyor. Neden çıkan bir isyanda kilise yakılıyor? Sonuçta bu halk da Hristiyan değil mi? Tabi MÖ 4-5. yüzyıllar henüz Hristiyanlığın tam olarak oturmadığı, pagan inanışların yer yer sürdüğü bir dönem. Ancak 404 yılı civarında Konstantinapolis'in nüfusunun çok büyük oranda Hristiyan olduğunu kabul etmek lazım. Öyle toplaşıp kilise yakacak kadar güçlü bir pagan nüfusun olması mümkün değil. 

Peki acaba kazayla yanmış, başka yerde başlayan yangın Büyük Kilise'ye de sıçramış olabilir mi? Bu güçlü bir olasılık gibi görünüyor. Zira o dönemde etkili bir itfaiye teşkilatı olmadığı için yangının ne kadar süreceği ve nereye doğru ilerleyeceği tesadüfi ya da daha doğrusu rüzgara ve diğer doğal, beşeri şartlara bağlı olabiliyordu. Ancak Büyük Kilise'nin yanındaki diğer bazı yapıların yangından etkilenmediği, sadece kilisenin yandığı yönündeki aktarımlar yine de içimize bir şüphe düşürmüyor değil. Tabi bu sadece bir tesadüf de olabilir ama sanki kilise özellikle yakılıyor gibi.

Bu olasılık neden önemli, çünkü bu olasılık Büyük Kilise'nin ya da bundan sonra oraya inşa edilecek görkemli kiliselerin alelade ya da salt dini yapılar olmadığını, halk tarafından aynı zamanda iktidarın temsili olduklarına dair önemli bir ipucunu barındırıyor. İmparatora kafası bozulan halk, kilise de olsa iktidarın temsili olarak gördüğü bu yapıyı ateşe verebiliyor... 

Ayasofya’nın iktidarın temsili olmasını güçlendiren bir özelliği daha Bizans imparatorlarının bir çoğunun burada taç giymeleri. Gerçi Konstantius’un nerede taç giydiğini bilmiyoruz ama sonraki bir çok imparator burada taç giyiyor. 

Bugün Ayasofya’yı gezerken imparatora taç giydirilen yeri görmeniz mümkün. Yani camiye çevrilerek halı serilmeden önce görülüyordu, son durumunu bilmiyorum. Patrik burada imparatorluk tacını yani imperium yetkisini (imperium muhabbetini bilmeyen blogtaki Caesar yazısını okusun) seçilen kişiye tanrının onayını da simgeler biçimde giydirir, yetkiyi verir. 

İmparatorların taç giydiği yer: OMPHALION... 

Dolayısıyla Ayasofya tarihin hiç bir döneminde basit bir yapı olmamış. O her zaman dini ve dünyevi iktidarın uzlaştığı ve bir düzen kurduğu yer olarak anlam bulmuş, dolayısıyla bu KURULAN DÜZENİN SİMGESİ olmuş. 

Eh... Halkın düzene karşı çıktığında da neden Ayasofya'yı yakıp durduğunu biraz belki buradan çıkarabiliriz. 

Ama biz devam edelim. Ne oluyor Büyük Kilise yıkılınca? Yerine yeniden bir Büyük Kilise yapılıyor. Tabi isyan bastırıldıktan sonra.

2. Ayasofya: II. Theodosius'un Büyük Kilisesi (415-532)

Bu alandaki ikinci kilise Büyük Kilise'nin yıkıntıları kaldırılarak yapımına başlanan ve yine Büyük Kilise olarak anılan yapı oluyor. Bu yapı uzun süre hüküm süren ve Konstantinapolis'e önemli yapılar inşa edilmesini sağlayan II. Theodosius (hükümdarlığı: 401-450) zamanında yapılıyor ve 10 Ekim 415 yılında açılıyor (web1).

II. Theodosius'un Louvre Müzesi'ndeki büstü (Görsel: web4). Evet, biraz pörtlek gözlüymüş abimiz.

Yapım tarihi önemli. İlk kilisenin ne kadar sürede yapıldığını bilmiyoruz ancak bu ikinci kilisenin 404-415 yani yaklaşık 10-11 yılda yapılmış olması büyük olasılık. Bu neden önemli, çünkü 3. Ayasofya'nın bu yapılardan çok daha büyük olmasına rağmen yarı zamanda yapıldığını göreceğiz de ondan. ("ondan" sözcüğü ile biten cümle kurmayı seviyorum. Uğur Tanyeli çok yapar bunu, ondan aşırdım).

Bugün 2. Ayasofya'ya dair mimari kalıntıları yapıya atrium tarafındaki ana kapıdan girmeden hemen önce açılan arkeolojik kazı çukurlarında görebilirsiniz.

3. Ayasofya: Justinyanus'un Gücü (537-...)

Her kral, imparator veya başka sıfatlı hükümdar kendi gücünü mimari ile görünür kılmak ister, istemiştir. Her ne kadar yakın geçmişte güç ve mimarlık ilişkisi diktatörlerin keyfi dayatmalarıyla somutlaşsa da bu ilişkinin her zaman bu karakterde kurulduğu anlama gelmez. Bir anlamda bu, hükümdarın halkı için gerçekleştirdiği refahın, toplumun varsıllığı anlamına da gelebilir. Bu anlamda ilk aklıma gelenler Mısır firavunlarının piramitleri ve Perikles'in Parthenon'u. Ancak bence hiç bir eşleşme, Justinianus ile Ayasofya arasındaki ilişki kadar güçlü değildi. Bu eşleşmenin ise birinci türden mi yoksa ikinci türden mi olduğuna emin değilim. (Aşağıdaki bölümü yazınca Justinianus'un da bir despot olduğuna dair inancım arttı ve eşleşmenin birinci türe yakın olduğunu düşünmeye başladım) 

Şimdi biraz Justinianus'u ve dönemini tanımaya çalışalım. Doğal olarak burada çok çok özet bir anlatım yapacağım, Justinianus ve İmparatoriçe Theodora üzerlerine kitaplar yazılabilecek tam anlamıyla derya deniz karakterler...

Justinian Sütunu. 534 yılında, yani Ayasofya inşa edilirken Justinianus'un başarılarını ilan etmek üzere tasarlanan sütun'un Ayasofya ile Büyük Saray arasında bir yerde dikili olduğu düşünülüyor (görsel: wikipedia).  

Justinianus tarihin gördüğü en renkli imparatorlarından birisi. Elde ettiği güç, karısı Theodora ile ilişkisi, zor durumda kaldığında yaşadığı kararsızlık son derece renkli hikayeler. Hayatını kısaca Prokopius'tan özetleyeceğim ama müthiş bir "tarihin perde arkası" metni okumak istiyorsanız İş Bankası Yayınları'ndan çıkan Prokopios'un "Bizans'ın Gizli Tarihi adlı kitabının tamamını okumanızı şiddetle öneririm.

Justinianos aslında amcası Justinos tahttayken de işleri yönetmekteydi zira Prokopius'un anlatımına göre Justinos "hiç yontulmamış, ağzı son derece bozuk, aşırı ölçüde kaba" bir adamdı. Prokopius, Justinianos'tan da nefret eder. Onu şöyle tanımlar: "Jutinianos Bizanslıların başına şimdiye kadar hiçbir dönemde görülmedik kadar çok ve ağır felaketler getirdi. İnsanları kaygısızca ölüme atmaktan, başkalarının mallarını yağmalamaktan çekinmezdi. Ona göre her gün binlerce kişinin hayatını yitirmesinin hiç bir önemi yoktu. Düzenin yerleşmiş kurumlarını korumanın da bir anlamı yoktu onun gözünde" (Prokopius).

Doğrusu biz mimarlar Ayasofya'dan dolayı Justinianus'a hafif sempati besleriz ama galiba adam pek sempati beslenecek bir hükümdar değil... 

Hatta Prokopius Justinianus'u veba ile kıyaslayıp daha kötü olduğu sonucuna varıyor:

"(...) veba salgını yeryüzüne inmiş, kimisine bulaşmadığı, kimisine bulaşsa bile üstesinden geldiği için, dünyadan göçenler kadar kurtulanlar da olmuştu. Ama bu Justinianus'un elinden koca Bizans İmparatorluğu'nda kurtulabilen tek kişi yoktu. (...) Kimini gerekçesiz öldürdü, geri kalanını öyle yoksul kıldı ki, ölmediklerine pişman olacak kadar perişan oldular. (...) Kiminin hayatları gibi mallarını da elinden aldı. Sadece Bizans İmparatorluğu'nu yıkmak yetmedi ona (...)"

Justinianus'un aile ve memleket bilgilerini de web6 kaynağından aktarayım:

 İmparator olmadan önceki adı Flavius Petrus Sabbatius Iustinianus olan Jüstinyen, Roma İmparatoru Jüstin’in yeğenidir. Sabbatius’tan olma, Helena’dan doğma Jüstinyen, 482 yıllarında Üsküp Makedonya’da bulunan Toresium (Tauresium) köyünde dünyaya gelmiştir. Ailesi çiftçi olan Jüstinyen, amcasının himayesinde Konstantinopolis’e gelir. 

Konstantinopolis’te iyi bir eğitim alan genç Flavius Petrus, orduda subay olur. Zaten bu sayede imparatorluğa giden yolda amcasını, kendi askeri gücünü kullanarak desteklemiştir (Vitalyan ayaklanmasında özel muhafız alayının başında olan Jüstinyen’in, amcasının en büyük rakibi Kont Vitalyan’ı öldürdüğüne inanılmaktadır). İlerleyen yıllarda yaşlanması hasebiyle zorlanan amcası Jüstin’e, devlet işlerinde yardımcı olmaya başlar. Çok geçmeden de İmparator Jüstin: “Halkımın kararı sonucunda yeğenim ve evlatlığım Jüstinyen’i eş imparator ilan ediyorum” diyerek ona tahtın yolunu açar. Çünkü bir başka deyişle, Jüstinyen’i varis olarak atamış bulunur.


Bu arada Jüstinyen, bir pagan rahibesinin kızı olan Theodora ile tanışır. Babasının donanma subayı olduğu yönünde, emin olmadığım bilgiler bulunmaktadır. Tiyatro ve panayırlarda dansçılık yapan Theodora’nın aslında fahişe olduğu bilinmektedir. Aralarındaki ilişkinin aşka dönüştüğü dönemde Theodora, kaderinde imparatoriçelik olduğunu herhalde tahmin edemezdi.

Jüstinyen, imparator olduktan sonra yasaları değiştirerek, aşağı sınıftan gelen bir kadınla olan evliliğini hukuken mümkün kılmıştır.

Amcasının 527 yılında vefat etmesiyle Jüstinyen, 45 yaşında Aya Sofya’da taç giyer
(Burada kastedilen II. Theodosius'un yaptırdığı 2. Ayasofya) ve hükümdarlığını ilan eder. İmparatorluğun içinde bulunduğu durumu iyi tahlil eden 1.Jüstinyen, Suskunlar Toplantısı’na bizzat katılmaya başlar. Bu, günümüzün bakanlar kurulu toplantısına eşdeğer bir yönetim unsurudur. Yalnız, gerektiğinde askerlerin de katılması sebebiyle biraz daha geniş kapsamlıdır diyebiliriz" (web6).

Web6 kaynağı Prokopius'a göre biraz daha nötr bir tablo çiziyor. Aslında bu iki kaynaktaki yaklaşım farkı "Tarih" üzerine uzun uzun düşünmek için güzel bir fırsat veriyor bize. Hangisi gerçeğe daha yakın sizce? Hangisi hangi tür "gerçek"?  

Örneğin harika bir ikilem:

web6 kaynağına göre Justinianus darbeye kalkışan Vitalianos'u öldürdü. Yani darbe karşıtı kahraman. Vay vay vay... 

Bakalım Prokopius ne diyor:
" (...milleti öldürüp durduktan sonra...) Daha sonraki eylemi, (...), tahtta hak sahibi Vitalianos'un durumunu ele almak oldu. Az sonra Justinianos temelsiz kuşkularla hakarete uğradığını öne sürerek, en küçük gerekçe yokken ve en ciddi inandırma çabalarına saygı göstermeden Vitalianos'la arkadaşlarını saray içinde öldürttü" (Prokopius).

Pek kahramanca değil di mi... Neyse, uzatmayalım. İki şey söyleyeceğim:

1- Tarih hakkında her duyduğunuza, okuduğunuza inanmayın, 1-2 hatta 3-5 kaynaktan okuyun.
2- Prokopius'u mutlaka okuyun. Acayip güzel. :) 

Bi dakka bi dakka, son olarak şöyle bitirelim Prokopius'un Justinianus tarifini:

"Basit bir insandı imparator, bir eşek kadar duyguluydu ancak, kim yularını çekerse oraya gitmeye ve durmadan kulaklarını oynatmaya hazırdı (...) Hem dolandırıcı hem aptaldı (...) Doğuştan, birbirinden ayrılmaz biçimde ahmaklıkla hilekarlığın olağanüstü bir karışımıydı" (Prokopius).

Hahahaha... Bu arada Prokopius'un öyle sıradan bir adam olmadığı, üst rütbeli bir memur olduğunu hatta bir dönem Konstantinapolis valiliği bile yaptığını söyleyeyim...

Justinianus ve Theodora'yı gösteren en güzel betimlemeler. Ravenna'daki San Vitale (inşaatı: 537-547) kilisesindeki mozaikler (Görseller: wikipedia). 

Gelelim Theodora'ya... Ya da gelmeyelim, vallahi bitiremeyeceğiz yazıyı. Kısaca özetleyelim, geçmişi oldukça karanlık, yukarda değinildiği gibi toplumun en alt kesiminden gelen bir kadın Theodora. Bu çok şaşırtıcı değil. Nadir de olsa, tarihte çok düşük sosyal sınıflardan eş seçen imparatorlar var. Theodora'nın geçmişi, Justinianus'un aşkını nasıl kazandığını merak ediyorsanız yine adres Prokopius arkadaşlar. Alın, okuyun mutlaka. Ancak Theodora'nın önemi aslında Nika ayaklanmasının, Justinianus'un, onbinlerce kişinin, İmparatorluğun, Ayasofya'nın kaderini belirleyen ettiği bir kaç cümle...

Oha. Ama gerçekten öyle. Aşağıda göreceksiniz:

Nika Ayaklanması
Ocak 532 tarihinde çıkan ve tarihteki en önemli isyanlardan biri olan Nika ayaklanması adını kalabılıkların isyan sırasında “Nika! Nika!” diye bağırmalarından alır. Nika zafer demektir. 

Ya tam bu cümleyi kurmuşken Ferhan Şensoy’un müthiş eseri “Köhne Bizans Operası”nı mutlaka bir yerden bulup izleyin. Tam da bu dönemleri anlatır. Oradaki bir sahnede şu şarkı söylenir:

“nika zafer demektir
başkaldırı demektir
başkaldırmak zamanı
nika her şey demektir

çok sırnaşık bir sarmaşık
gayet sülük
sarmışken Bizans’ı
ocağın 18’i
ayandon fırtınası
sardı işte Bizans’ı
bir ihtilal havası

nika zafer demektir
başkaldırı demektir
başkaldırmak zamanı
nika her şey demektir.”

Neyse, konumuza dönelim. Her ihtilal öncesinde olduğu gibi baskı ve vergiler halkın sinirlerini germişken bir gün hipodromda patlak veriyor isyan. Bizans Hipodromu biliyorsunuz Osmanlı At Meydanı, bugünkü Sultan Ahmet Meydanı. Sarayın ve Aya Sofyaya’nın hemen dibinde.
Bizans’ta bugünkü Galatasaray, Fenerbahçe gibi spor klupleri ve taraftarları var. Bunlara "dem" deniyor. Halk/topluluk demek olan "demos"un kısaltması olabilir ama emin değilim. Maviler, Yeşiller, Kırmızılar ve Beyazlar demleri var. Bunlar aslen spor klubü olsa da aslında toplumsal karşılıkları da var. İmparator Justinianos’un da Maviler’i tuttuğu hatta kentteki bazı olaylarda onları kayırdığı söyleniyor. Bundan yüz bulan Maviler'in zorbalıklarını Prokopius uzun uzun anlatır. Theodora ise gizliden gizliye Yeşiller'i tutardı. Bir sirkte hayvan bakıcısı olan babası Yeşiller'dendi çünkü (Prokopius). Aslında başlarda Maviler'i tutsa da Justinianus'un amacı bütün bu demlerden kurtulmaktı. 

Ünlü Bizans tarihçisi Ostrogorsky'den aktarayım bu kısmı:

"(...)Ancak bizzat hükümdar olduktan sonra dem'lerin nüfuzundan tam olarak kurtulmayı sınadı ve devlet makamlarını bu huzursuz halk topluluklarına karşı şiddetli davranmaya şevketti. Her iki partinin de maruz kaldıkları ceza tedbirleri, hele büyük masraflara bağlı olan politikası halktan oldukça büyük fedakârlık talep eden hükümdara karşı, gerek mavileri ve gerekse yeşilleri düşman etti. 

İki dem merkezî iktidara karşı bcraberce mücadele etmek üzere birleşti. Hipodromda alışılmamış "Çok yaşasın fukarayı koruyan yeşiller ve maviler sesleri yükseldi. 

Ayaklanma büyük boyutlara ulaştı. Payitaht alevler içindeydi. Anastasios I.'un yeğenlerinden birisi İmparator ilân edilerek hipodromda kendisine İmparatorlara mahsus erguvanî elbise (purpur) giydirildi. 

Artık Justinianos yenilgiyi kabul etmiş, kaçmaya hazırlanıyordu. Onu bundan koruyan, İmparatoriçe Theodora'nın soğukkanlılığı oldu; tahtını ise Belisarios'un kararlılığı ve Narses'in becerikliliği kurtardı. 

Narses mavilerle müzakereye girişerek âsilerin birleşmiş cephesini parçaladı; Belisarios ise imparatorluğa sadık bir savaş birliği ile hipodroma saldırarak şaşkına dönen âsileri kılıçtan geçirdi. Binlerce kişinin hayatına mal olan korkunç bir katliam isyan hereketinin sonu oldu" (Ostrogorsky).
 
Tam o anda yani Justinianos gemiye atlayıp kaçmayı düşünürken Theodora'nın söyledikleri tam olarak bilinmiyor. Bir kaç tane farklı aktarım var. Hepsi de çok etkileyici, ama hangisi doğru bilmiyoruz:

"Kaçmak emin bir yol sayılabilir; ancak ben bunu yapmak istemiyorum. Taç sahipleri güç ve saygınlıklarını kaybedecekleri endişesi taşımamalı. Her zaman taçlı ve erguvan elbiseli olarak kalmak istiyorum. Sen istiyorsan kaç; hava güzel, paran ve gemilerin var, deniz açık. Fakat ben kalıyorum. Şu atasözünü seviyorum. En iyi yelken bezi purpur (imparator tuniği) dur" (Türkoğlu,2002).
 
Erguvan antik dönemde çok zor elde edilen bir renkti ve sadece imparatorlar ile çok kısıtlı bir zümre erguvan rengini elbiselerinde kullanma hakkına sahipti. Hatta bazı imparatorlar özel olarak her tarafı erguvan kumaşlarla kaplı bir odada doğardı. Bu imparatorlar "porphirogenetus" yani erguvan içinde doğan sıfatı alırdı.

Bu arada galiba o son atasözünde bir hata var. Sanırım doğrusu "En iyi kefen bezi purpurdur" olacak.

Bizans İmparatorluğunu çok güzel ve bir miktar (bazen fazlaca) hikayeleştirerek aktaran Radi Dikici de William Rosen'in Justinian Flea kitabından den şöyle aktarıyor bu konuşmayı:

"Buraya gelmeden önce çok düşündüm. Biliyorum, bu ölçüde tehlikeli bir durum erkeklerin kendi aralarında konuşup karara varacakları bir husustur. İtiraf etmeliyim ki, olayların bu duruma gelmesi bize şu veya bu şekilde hareket edebilmemiz için fazla alternatif de bırakmamaktadır. Mevcut durum bize, hayatımızı kurtarmak için kaçmaktan başka bir alternatif bırakmasa da bunun düşünülmesi gereken en son husus olduğu kanısındayım.

Soğukkanlı ve aklıselim düşünürsek, bir adamın ölümden kurtulmak için gördüğü tek ışık bu olsa bile, bir suçlu gibi kaçmak, bir imparator için katlanılamaz bir durumdur.

Bana gelince, ben bu erguvan rengi giysim olmadan hiçbir zaman var olmak istemediğim gibi, benimle karşılaşan kişilerin bana imparatoriçem diye hitap etmedikleri günü görmek bile istemiyorum.


Bir insan dünyaya geldikten sonra elbet birgiin ölecektir. İmparatorum, kendinizi kurtarmayı düşünüyorsanız, zaten bu zor değil. İşte deniz orada, geminiz orada, hazineniz orada. Ama kaçışınız size ölüm kadar şerefgetirmeyecektir. . . Eskilerin deyimiyle son olarak ben derim ki; 'Erguvan rengi pelerinim, bana en iyi kefen olacaktır. . .

Başka bir aktarıma göre de şöyle der Theodora:

"Bir kaçak olarak yaşamaktansa bir imparator olarak ölmek daha iyidir. Kal ve savaş" Aklımda böyle kalmış. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, ben uydurmuş da olabilirim...

Neyse... Theodora'dan gazı alınca Justinianus kalmaya karar verir ve komutanlarıyla birlikte isyanı onbinlerce kişinin ölmesiyle kanlı bir şekilde bastırır. Gücünü tekrar kazanır ve kenti yeniden inşa etmeye başlar. En önem verdi yapı ise isyancıların yaktıkları Ayasofya'dır.

Ayasofya'nın İnşaatı
Yıkılan kilisenin yerine yenisinin yapılması Justinianus için neredeyse bir ölüm kalım meselesi olmuştu. Zira imparatorluğun ve tabii ki imparator olarak kendisinin hala dünyanın hakimi olduğunu ve gücü elinde tuttuğunu bir an önce göstermesi gerekiyordu. Ayaklanma bastırılmıştı ancak durum herhalde çok da istikrarlı değildi. İstikrarı da gücünü gösterip halkın güvenini ve daha önemlisi itaatini elde ederek sağlaması gerekiyordu.

Bu nedenle eskisinden daha görkemli bir yapı için zaman kaybetmeden harekete geçti. İmparatorluğun mali kaynağının büyük kısmının yanısıra dört bir yana emirler göndererek gereksinim duyulabilecek yapı yapı ustalarının ve malzemelerinin başkente gönderilmesini emretti. Ayasofya'yı bugün gezerken gördüğünüz sütunların ve mermer kaplamaların büyük bir kısmı bu emirle, antik Yunan ve Roma'nın pagan tapınaklarından deniz yolu ile Konstantinapolis'e gönderilen malzemelerdir. Bu malzemeler arasında Aspendos'tan, Ephesos'tan (hatta 7 harikadan biri olan Artemis Tapınağı'ndan), bugün Suriye sınırları içinde bulunan Baalbek antik kentinden ve daha bir çok Anadolu ve uzak coğrafyanın antik yapılarından gelenler vardı. Ayrıca zemin duvarlarını kaplayan beyaz mermerlerin Marmara Adası’ndan, yeşil somakilerin Eğriboz Adası’ndan, pembe mermerlerin Afyonkarahisar civarındaki Synada’dan, sarı mermerlerin Kuzey Afrika’dan, orta ve yan nefleri birbirinden ayıran dördü sağda, dördü solda bulunan yeşil siyah damarlı mermer sütunların Efes Diyana Mabedi’nden, yarım kubbe altında 8 büyük kırmızı porfir sütunun ise Mısır Heliopolis’ten getirildiği düşünülüyor (web10). 

Ayasofya'yı hemen sağındaki Bizans Sarayı'nın (Büyük Saray) kalıntıları ile birlikte gösteren güzel bir fotoğraf (Görsel: web8). Bugün farkına varmamız zor olan bu ilişki çok önemliydi.

Bu muazzam yapı organizasyonunun başına 2 önemli ismi getirdi Justinianos. Haklarında çok fazla bilgimiz olmamakla birlikte bu isimler çok önemli. MİLETOSLU ISIDOROS ve TRALLEISLİ ANTHEMIOS. Miletos bildiğiniz Söke yakınlarındaki antik kent Milet. Tralleis de Aydın kent merkezinin hemen yanıbaşındaki antik kent.  

Bu arada böyle önemli bir inşatın başına 2 ismin getirilmesi bana hep Perikles'in Parthenon'un inşası için 2 ismi görevlendirmesini hatırlatır. O müthiş yapının başında da Iktinos ve Kallikrates vardı... 

neyse, Isidoros ve Anthemios'a dönelim. Dediğim gibi haklarında çok fazla bilgimiz yok. Bildiklerimiz şöyle: 

Miletoslu İsidoros:
Miletli Isidore, Justinianus tarafından Ayasofya inşaatının başına getirilmeden önce ünlü bir bilim adamı ve matematikçiydi. Önce İskenderiye'de, sonra Konstantinopolis'te olmak üzere üniversitelerde stereometri ve fizik dersleri verdi ve tonozla ilgili eski bir tez üzerine bir yorum yazdı.
Isidore, Eutocius ile birlikte Arşimet'in çalışmalarını inceledi. Isidore ayrıca Arşimet'in çalışmalarının ilk kapsamlı derlemesini yapmasıyla ünlüdür (wikipedia).

Isıdoros'un doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor ancak 532-537 tarihleri arasında inşaatın başında olduğuna göre herhalde 5. yüzyılın sonlarında doğup 6. yüzyılın ikinci yarısında ölmüş olmalı...

Viyana'daki Sanat Tarihi Müzesi'nin (Kunsthistorisches Museum) çatısında Isıdoros heykeli (Görsel: wikipedia). 
Tabii ki idealize edilmiş bir figür bu, yoksa doğal olarak Isıdoros'un tipini bilmiyoruz. Elinde de Ayasofya'nın maketini tutuyor galiba...  


Tralleisli Anthemius:
Matematik ve geometri bilgini ve mimar olan Anthemius'un 474 civarında doğduğu ve 533-538 arasında öldüğü düşünülüyor (wikipedia). 533'de öldüyse ilginç, zira inşaat başladıktan hemen sonra ölmüş anlamına gelir ki hiç bir kaynakta böyle bir bilgi yok. Dolayısıyla 537'den önce ölmesi bana düşük olasılık gibi  görünüyor. 

Radi Dikici Anthemius'un bugün "Küçük Ayasofya Camisi" olarak anılan "Sergius ve Bacchus Kilisesi"nin de mimarı olduğunu ve buradaki işi beğenildiği için Ayasofya'nın inşaatında görevlendirildiğini aktarıyor. Ama sağlam bir kaynak göstermediği için ben biraz şüpheliyim bu bilgiden. Dediğim gibi Radi Dikicinin eserleri çok güzelse de biraz hikaye alanına da kayabiliyor zaman zaman.

Bu arada iki aktörün arka planına bakınca erken Bizans döneminde mimar figürünün matematik ve geometri bilgini olduğu, bu alanların içiçe geçtiği görülüyor. 

Ayasofya'nın Mimarisi
Ayasofya'nın oldukça sofistike bir mimari kurgusu olduğunu söylemek mümkün. Bu kurguyu hakkıyla anlayabilmek için kısaca erken dönem kilise mimarisine değinmek gerekiyor. 

İsa peygamberin ortaya çıkmasından yaklaşık 313 yılına kadar Hristiyanlar büyük sulümler görüyorlar ve ibadetlerini özgürce yapmaları mümkün değil. Dolayısıyla genellikle gizli saklı, dışarıdan kilise olduğu belli olmayan yapılarda toplanıp ibadet ediyorlar. 313 yılında İmparator Konstantin Milano Fermanı ile Hristiyanlığı serbest bırakıyor. Aslında bu hikaye de çok güzel, rüyalar görülüyo, mucizeler gerçekleşiyo vs... ama şimdi konuyu dağıtmayalım, başka bir yazıda dalarız o meseleye. 

Neyse, hristiyanlık serbest kalınca hızla topluluklar bu dine geçiyor ve artık ibadetlerini özgürce yapma hakkı elde ediyorlar. Tabi hal böyle olunca yeni bir ibadet yapısı gerekiyor. Zira pagan tapınaklarında ibadet etmek istemiyorlar hristiyanlar doğal olarak. Ayrıca pagan tapınaklarının içine girilmiyor, dışarıdan ibadet ediliyor, dolayısıyla büyük iç mekanlara sahip yapılar lazım. Roma mimarisinde büyük iç hacme sahip iki farklı bina var; hamamlar ve bazilikalar. Hamamların pek de uygun görülmediğini tahmin edersiniz. Sonuç olarak Roma forumlarında bulunan çok işlevli (ticaret, mahkeme vs...) büyük salonlar olan bazilikalar biraz revize edilerek ilk kiliselere örnek teşkil ediyor. Dolayısıyla kiliselere bazen "bazilika" denmesini nedeni bu. Ancak bu çok doğru değil. Bazilika Roma mimarisine ait bir yapı tipi, sadece kilise olarak kullanılmıyor. Etimolojisi de "basileus"dan yani "kral, krala ait"den geliyor. Neyse... İşte böyle uzunlamasına kiliselere biz bazilikal planlı kilise diyoruz.

Yalnız erken hristiyanlar sadece bazilikalardan devşirmiyor kilise yapılarını, daha küçük ölçekli, şapel denebilecek yapı planlarını ise merkezi planlı Roma anıt mezarlarından türetiyorlar. 

Yani 6. yüzyıla geldiğimizde iki farklı kilise mimarisi gelişiyor. Bazilikal planlı uzunlamasına ve Merkezi planlı kiliseler. Bunların bir çok güzel örneği var ama girmeyelim şimdi oralara ama merkezi plan şemalı kilise için Küçük Ayasofya'ya (Sefios ve Bacchus Kilisesi) bakabilirsiniz.

İç narteksden ana mekana geçişi sağlayan kapılar.
Duvarlardaki mermer kaplamalar olağanüstü. Dediğim gibi, Anadolu ve yakın coğrafyadaki önemli yapılardan sökülerek getirilen kaplamalar bunların çoğu. 

İşte Ayasofya'nın mimari biçiminin sofistike durumu burada ortaya çıkıyor. Ayasofya mimari olarak aslında melez bir yapı. Yani ona sadece bazilikal veya sadece merkezi diyemiyoruz. İkisinin içiçe geçmiş hali... Şöyle ki:

Ayasofya'nın planına baktığımızda ortada geniş ana nefi, iki yanda dar nefleri ile bir bazilikal şema okuyoruz. Ancak kütleye baktığımızda merkezdeki büyük kubbe ve girişe ve apsise doğru alçalan yarım kubbeler o kadar güçlü bir merkezi kütle etkisi veriyor ki, kütleye baktığımızda bazilikal bir kurgu okumak mümkün değil. Dolayısıyla plan düzleminde bazilikal olan kurgu kütleye baktığımızda merkezi bir karaktere bürünüyor. İşte bu nedenle Ayasofya'nın mimarisine melez demek yanlış olmaz.
Ayasofya'nın zemin seviyesi planı (Görsel: web7). En sağda bugün yıkılmış olan avlu yani atrium görülüyor. Daha sonra doğuya doğru ilerlediğimizde sırasıyla dış narteks ve iç narteks, yani enine giriş koridorları geliyor. Görkemli bir kapı ile ana mekana girdiğimizde batı yarım kubbesinin altında buluyoruz kendimizi. Apsise doğru 3 koridor (nef) gidiyor. Ortada geniş ana nef, yanlarda tonozlarla örtülmüş dar yan nefler. Dört devasa ayağın taşıdığı ana kubbe tam ortada. Ve sonra doğu yarı kubbesi ve apsis. 
Girişteki iç narteksin ve yan neflerin üstünde camilerdeki kadınlar mahfilini andıran bir ara kat var.  

Cyril Mango, Ayasofya'nın planındaki bu melezliğin nedeni olarak Justinianus dönemindeki geçmişten kasıtlı bir kopuşun işaretlerinden biri olarak yorumluyor (Mango, 2008). Böyle bir kararı mimarlar veremeyeceğine göre belki de Justinianus mimarlardan alışılmış bazilikal plandan daha farklı bir tasarım talep etmiş olabilir. 

Doğu-Batı kesiti (Görsel: web7).
Sağda atrium, tek katlı dış narteks, 2 katlı iç narteks ve iki yarımkubbe ile desteklenen pandantifli (kubbenin alt köşelerindeki eğrisel dolgu kısmı) ana kubbe ve apsisin üstündeki yarım kubbe ile biten örtü sistemi.

Ayasofya'nın mimari elemanlarını gösteren harika bir çizimi (Kaynağı görselde yazıyor). 

Ayasofya'nın Strüktürel Sorunları ve Başına Gelenler
Ayasofya her ne kadar büyüleyici güzellikte ve boyutta olsa da ne yazık ki çok sağlam bir yapı değil. Gerçi yaklaşık 1500 yıldır ayakta durması bir çok yapıdan çok daha sağlam olduğunu kanıtlıyor ama bu süre boyunca bir çok badire atlatmış ve desteklenme, onarım ve restorasyon ihtiyacı duymuş. Şimdi bu sorunlara nedenlerine bakalım.

Onarımlardan yorgun ünlü kubbe... (Görsel: wikipedia)

Ayasofya'nın tasarımından ve inşa sürecinden kaynaklanan 2 önemli dezavantajı var. Tasarım olarak, ana kubbe doğu batı yönlerinde yarı kubbelerle desteklenirken kuzey güney yönlerinden desteklenmemiş olması onu taşıyan ayakların bu yönlere doğru açılmasına ve bu nedenle çatlaklara sıklıkla rastlanıyor. Hatta ilk kubbenin bir kısmı doğu yarı kubbesiyle birlikte çökünce tamamen yıkılıp tekrar inşa ediliyor.

Duvarların ve ayakların zamanla zayıflıklar göstermesinin bir başka nedeni olarak da hızlı inşaat süreci olduğu düşünülüyor. Bu muazzam eser Radi Dikici'nin hesabına göre sadece 5 yıl, 10 ay ve 4 günde tamamlanıyor. O dönemki yapılarla karşılaştırıldığında çok çok kısa bir süre bu. Hatta bugünkü teknoloji ile bile aynı malzemelerle böyle bir binayı yapmak daha uzun sürebilir.

Ama işte bu hız sorunlara da neden oluyor. Duvarların ve ayakların taşları ve tuğlaları bağlayan harcın tam kurumadan çok hızlı bir süreçte örülüp üstlerine örtü elemanlarının ağırlığının verilmesinin daha sonra ciddi strüktürel sorunlara neden olduğuna dair teoriler var. Son olarak ilk yapılan kubbenin de bugünküne göre çok daha basık (yassı) olduğu da ciddi bir dezavantaj olduğunu söylemek lazım.
Ayasofya'nın boyuna kesiti (görsel: web11). Sağda ilk yapılan basık kubbeyi görüyorsunuz, solda ise 558'de Genç Isidoros tarafından daha bombeli olarak inşa edilen kubbe görünüyor.

Tüm bu etkenler biraraya gelince yapı şu felaketleri yaşıyor (genellikle wikipedia'dan yararlandım):
  • Ağustos 553 ve 14 Aralık 557 depremleri ana kubbede ve doğu yarı kubbesinde çatlaklara neden oluyor
  • John Malalas kroniğine göre, 7 Mayıs 558 depreminde doğu yarı kubbesi tamamen çöküyor ve ambon (vaaz verilen bir platform), sunak kısmı ve kiborium'u (sunağı örten baldaken) mahvediyor.
  • Bu çöküş nedeni ile ana kubbe ve onu taşıyan ayaklar da zarar görüyor. Justinian hemen yapının onarılması emri veriyor ve bu iş için de yapının mimarlarından Isidoros'un aynı adlı yeğeni "Genç Isidoros"u görevlendiriyor. Genç Isıdoros daha hafif malzemeler kullanarak onarımı yapıyor. Bu arada ana kubbeyi tamamen yıkıp daha bombeli, dolayısıyla daha güçlü, ayaklara daha dengeli yük aktaran ve çapı 32,7 m. 33,5 m. arasında olan (biraz eliptik) kaburgalı bir kubbe yapıyor. 
  • 726 yılında ikonaklastik yani ikonakırıcı dönemde İmparator Leo yapıdaki tüm ikonaların yok edilmesi için orduyu görevlendiriyor. Bu müdahale de şüphesiz yapıya çok zarar veriyor. Bütün dini tasvirler ve heykeller yok ediliyor.
  • Yapı 859'daki yangında ve 8 Ocak 869'daki depremde hasar görüyor. Hatta bu depremde yarım kubbelerden biri çöküyor. İmparator I. Basil yapıyı onartıyor.
  • 25 Ocak 989'daki büyük depremde batı kubbe kemeri yıkılıyor ve İmparator II. Basil, Ani Kilisesi'ni yapan Ermeni Mimar Trdat'tan kiliseyi onarmasını istiyor. Trdat çöken kemeri yeniden inşa ediyor ve onunla birlikte kubbenin batı tarafındaki 15 kaburgalık kısmını yeniden inşa ediyor (bugün kubbenin bazı yerlerinin biraz yamuk/dalgalı olmasının nedeni bu onarımlardır). Neredeyse 6 yıl süren bu onarımdan sonra kilise 13 Mayıs 994 yılında tekrar açılıyor. Yapının bugüne gelen bir çok mozaiği de bu sırada yapılıyor. 
  • 13. yüzyıldaki 4. Haçlı seferi sırasında tüm Konstantinapolis Latinler tarafından yağmalanıp ciddi zarar görmüştü. 1204-1261 arasında bir katolik katedrale dönüştürülen Ayasofya da bu dönemde soyuldu ve belki yapısal olmasa da ciddi zarar gördü.
  • Latinlerin kentten kovulmasının ardından 1261'de yapı tekrar orthodoks kilisesine çevrildi. İmparator II. Andronicus Palaeologus (hük: 1282-1238) yapıyı güçlendirmek için doğu ve kuzey tarafına 4 payanda inşa ettirdi. Bu onarımı İmparatoriçe Irene finanse etti. 
  • Ekim 1344'deki depremde kubbede yeni çatlaklar oluştu. 19 Mayıs 1346'daki depremde ise yapının bir çok kısmı çöktü ve yapı 1354'e kadar kapalı kaldı. Bu sırada onarımdan Astras ve Peralta isimli mimarlar sorumlu idi.
  • Kentin 29 Mayıs 1453'te Osmanlılar tarafından fethi ve ardından yaşanan yağma sırasında yapı bir miktar zarar gördü. Özellikle taşınabilir değerli malzemeler çalındı. Bu arada fetihten hemen önce Ayasofya'dan yükselen bir ışığın göğe, cennete doğru gittiği gibi bir mucizenin gerçekleştiği de rivayet edilir. 
  • Yapı islami ibadet şartlarının sağlanabilmesi için yapılan eklerle camiye dönüştürüldü. Fatih Sultan Mehmed yapının onarılmasını emretti ve 1 Haziran 1453'deki ilk cuma namaza katıldı.
  • MİNARELER:  
    • Camiye çevrildikten sonra ilk minare ahşap olarak yarım kubbelerden birinin üstüne inşa edilir. Doğal olarak bu minare bugün bulunmamaktadır.
    • İlk kalıcı 1481'den önce güneybatı köşesindeki merdiven kulesinin üstünde kırmızı tuğladan inşa edildi. Sonradan yapılan diğer 3 minare taştandır.
    • Ardından II. Bayezid zamanında kuzey doğu köşesine bir minare daha inşa edildi. 
    • Bu ilk yapılan minarelerden biri 1509 depreminde yıkıldı.
    • Batıdaki minareler 16. yüzyılın ortalarında II. Selim zamanında, Mimar Sinan tarafından eklendi. İkisi de 60 metre yüksekliğindedir. 
Ayasofya'yı minareleri olmadan görmek ilginç bir deneyim olurdu herhalde... Photoshop marifetiyle bir deneyelim:

Minaresiz Ayasofya. Tabi ilk yapıldığı haline göre hala bir sürü ek var. Örneğin sol ve sağ taraftaki restorasyon için iskeleler kurulu olan payandalar sonradan ekleniyor. Alt kotta yapıyı çevreleyne kütlelerin bir çoğu da geç dönem ekleri. Ama onları photoshoplamak pek mümkün değil.

  • Kanuni Sultan Süleyman tarafından yapının mozaikleri 1930 yılında müzeye dönüştürülünceye kadar altında kalacakları beyaz sıva ile sıvandı.
Bi' dakka. Bu mesele ilginçmiş. Ne Fatih Sultan Mehmed ne de II. Bayezid'in örtmediği mozaikleri Kanuni neden örtüyor acaba? Bu belki Kanuni'nin atalarından daha sofu olduğu ya da ulemanın gücünü arttırdığına yorulabilir belki. Zaten bir çok kaynak Osmanlı'da dini yozlaşmanın, heterojen inanış veritüellerin kısıtlanıp baskı görmesinin Kanuni ile başladığını ya da en azından ağırlaştığını iddia eder.

Neyse, konuya dönelim.
  • II. Selim zamanında yapıda yine strüktürel sorunlar yaşanır ve Mimar Sinan yapıyı dışarıdan destekleyecek dayanaklar inşa eder.
  • Yakın zaman geldiğimizde yapı Abdülmecid'in emriyle 1847-49 arasında İsviçreli-İtalyan mimar  Gaspare ve Giuseppi Fossatti kardeşler tarafından kapsamlı bir onarımdan geçirilir.  
  • Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye ait hat sanatı ile yazılan, cami geleneğine uygun olarak Allah, Muhammed ve dört halife ile Hasan ve Hüseyin yazan 8 devasa oval madalyon iç mekana asılır. 
  • 1850 yılında mimar Fossati kardeşler iç mekana bir maksure inşa eder. Ayrıca mihrap ve minberi de yenilerler.
  • Ayasofya Cumhuriyet döneminde ciddi bir hasar görmemekle birlikte neredeyse aralıksız olarak restore edilmekte ve olası zararlara karşı önceden önlemler alınmakta, güçlendirmeler yapılmaktadır.
Güneydoğudan görünüş. Soldaki minareler Mimar Sinan'ın ekledikleri. Sağ öndeki en eski olan tuğladan. Sağ arkadaki II. Bayezid döneminden (Görsel: wikipedia).

Osmanlı dönemi ekleri ile birlikte nerede ne olduğunu gösteren güzel bir çizim var vikipedia'da, buraya aktarayım:

Bugün nerede ne var (Görsel: Vikipedia).

Ayasofya'nın Mozaikleri
Ayasofya'nın mozaikleri çok etkileyicidir. Burada hepsini kapsayan bir anlatım mümkün değil, sadece beni etkileyen bir kaç mozaikten bahsedeceğim. Bu arada bu mozaiklerin 6. yüzyıldan kalmadığını, çoğunun 13. yüzyıl eseri olduğunu hatırlatmak lazım.

Ayasofya'nın güney giriş kapısının üstünde (yapıdan çıkmak için kullanılan kapı idi en son ben gittiğimde) bulunan mozaik çok etkileyicidir. 11. yüzyıla tarihlenen (web7) bu mozaikte sağda Konstantin kenti sembolize eden bir maketi, solda ise Justinianus Ayasofya'nın maketini ortada, Meryem'in kucağında oturan İsa'ya sunarak onun bu yapıtları kutsamasını ister. Çocuk İsa'nın da bir eli havaya kalkmış kutsama jestini yapmak üzeredir.

Justinianus ve Konstantinus'u Bakire Meryem'in kucağında çocuk İsa ile gösteren mozaik.

Bu mozaikteki simetrik kompozisyon ile anlatılan şey aslında Konstantin ile Justinianus'un  neredeyse eşit değerde görülmesidir. Yani Justinianus Ayasofya'yı inşa ederek neredeyse kenti kuran ya da başkent olarak yeniden kuran diyelim, Konstantin kadar büyük bir iş yaptı deniyor... 

Kendim çektim diye demiyorum, çok artistik foto değil mi?
  
Ayasofya'da beni en çok etkileyen mozaiklerden bir diğeri de kesinlikle aşağıdaki "Deesis" yani dua/yakarış mozaiğidir. Her gittiğimde karşısında uzun vakit geçiririm. Aslında anlatılanı bilmezseniz ve detaylı bir biçimde bakmazsanız önünden geçip gidebileceğiniz bir mozaik. Önce ne anlatıldığından başlayalım.

Sinod Salonu'nda bulunan mozaik üç kişiden oluşur. Solda Bakire Meryem, sağda Vaftizci Yahya ve ortada Rab yani İsa bulunmaktadır. Bu kompozisyon için seçilen kişiler tesadüfi değil. "Vaftizci Yahya İsa Mesih’i müjdeleyen son peygamberdir. Bakire Meryem de iyi haberi duyan ilk kişidir. Vaftizci Yahya, Eski Antlaşma, yani Yasayı ve peygamberlikleri temsil ederken; Bakire Meryem, Yeni Antlaşma’yı yani yasanın ve peygamberliklerin tamamlanmasını temsil eder" (web5). 
  
Deesis Mozaiği (web5) Bu mozaik 1261 yılına tarihlendirilmiş bir sitede (Görsel: web 7).

Anlatılan "an" ise yargılanma zamanıdır. Rab, son yargı gününde dünyayı yargılamaktadır. Bakire Meryem ve Vaftizci Yahya Rab'dan insanları bağışlaması için dua etmektedirler. İsa Peygamber çarmıha gerilirken tüm insanların taa Adem ve Havva'dan gelen kefaretini ödemiştir ve adeta gözlerimizin içine bakarak kendisinin fedakarlığına karşın bizim ne yaptığımızı sorar sanki... Yüzündeki ifade, hafif sitem, kırgınlık ve yine de bağışlama ifadesi beni çok etkiler.

Deesis Mozaiği, detay.
Belki de bu yüzden bu mozaik dünya sanat tarihinin en önemli eserlerinden biridir.  


Mozaikleri ortaya çıkarma çalışmaları (görsel: web12).

Sonsöz: Ayasofya Niçin Müze Olmalıdır?
Bugün siyasi iklimin neden olduğu kırıcı ve antidemokratik ortamda bu gibi konuları soğukkanlılıkla konuşmak pek mümkün değil ne yazık ki. Cami olsun derseniz hızlıca bir kutba, müze olsun derseniz diğerine yapıştırılmanız ve söylediklerinizin bu bu kutuplu siyasetin çerçevesinin kısıtlılıklarına yerleştirilmesi ve yüzeyselleştirilmesi mümkün. Ben yine de bu konudaki düşüncemi ifade etmeye çalışayım. 

Açıkçası Ayasofya’nın Fatih Sultan Mehmed tarafından camiye dönüştürmesi gayet doğal ve dönemin kural ve geleneklerine uygun bir karardı. Bu kararı sorgulamak veya keşke yapmasaydı gibi bir naifliğe düşmek biraz anakronik bir yaklaşım olacaktır.  

Yine Ayasofya günümüze kadar cami olarak gelseydi garip bir durum olmazdı. Ancak Atatürk ve erken cumhuriyet döneminin aktörleri istisnai bir kararla yapıyı müzeye dönüştürüyorlar. Bunun da oldukça mantıklı gerekçeleri var. Muhtemelen yapının daha iyi korunabilmesi ve restorasyonlarının yapılabilmesinin yanısıra çevrede zaten ihtiyacı karşılayabilecek kadar cami olması en önemli gerekçeler. Ayrıca bu karar yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı ile, Hristiyan dünya ile bir kavga içinde olmayacağına, amacının “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi çerçevesinde herkesle barışık bir gelişim olacağına dair çok anlamlı ve şık bir mesaj da içeriyor. 

Bugüne geldiğimizde artık kiliseleri camiye dönüştürmek veya tam tersi, çağdaş dünyada pek kabul gören bir gelenek değil. Bunları yapanlar artık “muzaffer fatih” değil “savaş suçlusu” olarak görülüyor. Her şeyi zamanı içinde değerlendirmek lazım. Tabii ki şimdiden bakıp Fatih Sultan Mehmed suçlanamaz ama kabul etmek gerekir ki o dönemin savaş ve barış kültürü ile bugün hareket etmek farklı sonuçlar doğurur. 

Diğer konulara bakacak olursak koruma, restorasyon ve onarım anlamında da bir değişiklik yok. Hala Ayasofya koruma ve restorasyona ihtiyaç duyuyor ve her gün binlerce kişi yapıyı ziyaret etmek istiyor. Dolayısıyla bu açıdan da yapının müze olması mantıklı. 

Son olarak ve en önemlisi sanırım günümüzde değişen şey iktidarın, Batı dünyası ile, Hristiyan dünya ile bir kavga içinde olmayacağına, amacının “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi çerçevesinde herkesle barışık bir gelişim olma ilkesinin ortadan kalkmış olması. Yukarıda da değindiğim gibi artık kutupluluk tercih ediliyor. Sürekli düşmanlar yaratılıyor, komplo teorileri kuruluyor ve görünmez düşmanlarla savaşılıyor. Halkları tatmin etmek için de anlamsız, yüzeysel galibiyetler kazanılıyor. Galiba Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesinde en etkili neden bu olsa gerek.

Ben açıkçası hala eski duruşun daha anlamlı ve bize yakışan tavır olduğunu düşünüyorum.
Tarihi boyunca doğal yıprandırıcıların yanısıra kendisi üzerinde(n) gerçekleşen güç savaşlarından fazlasıyla yorgun olan Ayasofya tekrar müzeye dönüştürülmeli ve sonsuza kadar öyle kalmalıdır.

Son olarak Gaspare Fossati'ye ait müthiş resimlerle bağlayalım konuyu.

Güneydoğudan, Topkapı Sarayı'nın kapısı tarafından Ayasofya. Solda III. Ahmed Çeşmesi. Taşbaskı: Louis Haghe after Gaspare Fossati (1852). (Görsel: wikipedia)


Ayasofya'nın batı (giriş) cephesi, I. Mahmud Medresesi'nin avlusundan görünüş. Lithograf: Louis Haghe after Gaspard Fossati (1852) (Görsel: wikipedia).



OKUMA ÖNERİSİ:



KAYNAKLAR:

Ayasofya-Müzeler Rehberi, H. Veli Yenisoğancı, L. Suat Kongaz, Ali Kılıçkaya, Saadet Barutçu, Süleyman Eskalen, Müjgan Harmankaya, Nilay Yılmaz, Tahsin Aydoğmuş, Ozan Sağdıç, Ankara.

Cyril Mango (2008), Bizans, Yeni Roma İmparatorluğu, YKY. 

Prokopius, (2014), Bizans'ın Gizli Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları.

Radi Dikici (2013), Bizans İmparatorluğu Tarihi, Remzi Kitabevi.

Sabahattin Türkoğlu, (2002), Ayasofya2nın Öyküsü, Yazıcı Yayıncılık.

web1 : https://en.wikipedia.org/wiki/Hagia_Sophia#Church_of_Constantius_II
web2 : http://projects.mcah.columbia.edu/medieval-architecture/htm/kd/ma_kd_image_oldsp010.htm
web3 : https://tr.wikipedia.org/wiki/II._Constantius#/media/Dosya:Bust_of_Constantius_II_(Mary_Harrsch).jpg
web4 : https://www.louvre.fr/en/oeuvre-notices/theodosius-ii-emperor-ad-408-450
web6 : https://www.tarihiistanbul.com/roma-imparatoru-1-justinyen/
web7 : http://www.peraair.com/hagia-sophia-in-istanbul
web8 : https://liveandletsfly.com/hagia-sophia-battle/
web9 : https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/29714/cuma-hutbesi-ayasofya-fethin-nisanesi-fatihin-emaneti
web10 : http://www.diken.com.tr/ayni-yerde-uc-kez-insa-edilen-ayasofya/
web11 : https://penelope.uchicago.edu/Thayer/E/Roman/Texts/Procopius/Buildings/1A*.html
web12: https://www.pallasweb.com/deesis/hagiasophia.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder