17 Nisan 2019 Çarşamba

Hierepolis, Kutsal Kent

Denizli'ye 15 dakika uzaklıktaki beyaz travertenleri ile ünlü Pamukkale'nin yanındaki Hierepolis Antik Kenti’ne bir kaç defa gelmiştim. Ancak her seferinde Denizli tarafından geldiğim için Güney Kapı’dan girip biraz karmaşık bir alandan başlıyordum kenti gezmeye. Bir yandan kalıntılar, bir yandan travertenler, müze, havuz filan derken dikkat iyice dağılıyor Antik kenti anlamak güçleşiyordu.

Bu sefer İzmir yönünden, biraz daha az kullanılan tali yollardan gelince kente Kuzey Kapı’dan girdim ve kenti çok daha iyi anlayabildim. Eğer seçme şansınız varsa siz de Güney’deki ana kapıyı değil, Kuzey Kapı’dan girmeyi tercih edin derim.  Ancak çoğu ziyaretçi gibi Güney kapıdan girdiyseniz yazıyı sondan başa doğru okumanızı öneririm. :)


Kuzey Kapı’dan girdiğinizde hem oldukça sakin bir alandan geziye başlıyor hem de kente Roma dönemindeki bir yolcunun deneyimine en yakın haliyle yaklaşabiliyorsunuz. Zira genelde Roma dönemi kentlerine sur dışındaki nekropol yani mezarlıkların içinden geçen bir yol ve surun içinde veya dışında ama hemen yakınındaki bir hamama uğranılarak girilirdi. Hamama uğrama, bazılarının dediği gibi bir zorunluluk muydu, bilmiyorum. O dönemde salgın hastalıkların kentlerin en büyük kabusu olduğu ve bu hastalıkların genelde kentten kente seyahat eden insanlarca taşındığı düşünülürse belki de tüm yolcuların kente girmeden iyice bir yıkanıp temizlenmeleri şart koşulmuş olabilir.

Bu arada Güney Kapı’daki haşmetli sundurmayı dengelesin diye belki Kuzey Kapı’ya da yeni bir karşılama yapısı yapılıyordu ben gezerken. Kübik, ahşap kaplama kütlelerden oluşan bir karşılama kompleksi... her ne kadar uygun ölçekte tutulmaya çalışılsa da bu kadar çok yapılaşmaya gerek olduğunu zannetmiyorum açıkçası.

Son zamanlarda bir çok Antik kente benzer karşılama yapıları yapılmaya başlandı. Perge, Hierepolis, Metropolis yakın zamanda yapılan ve aklıma ilk gelen örnekler. Bu karşılama yapıları hizmet kalitesini ve gezi konforunu arttırdıkları için aslında yararlı olsalar da bazen fazla yapılaşma bazen de estetikten nasibini alamama gibi konulardan muzdarip olabiliyorlar. Bu gibi alanlarda minimum yapıyla yetinmek en doğru karar gibime geliyor.

Hierapolis'in güzel bir canlandırması. Kuzey Kapısı en solda, Güney Kapısı ise en sağda.
Kente girmeden kısaca isminden ve tarihçesinden bahsedeyim. Ekrem Akurgal bu konu hakkında, "Kent Pergamon krallarından II. Eumenes tarafından kurulduğu ve Pergamon'un efsanevi kurucusu Telephos'un karısı Hiera'dan dolayı Hierapolis adını aldığı sanılmaktadır" diyor (Akurgal 2000). Ancak açıkçası ben başka bir kaç kaynakta da gördüğüm gibi kentin adının "kutsal" anlamına gelen "hieron"dan geldiğini yani "Kutsal Kent" olarak konulduğunu düşünüyorum.

Bazıları Akurgal gibi II. Eumenes’in, bazılarıysa Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos’un kurduğunu iddia etse de kentin Helenistik dönemde kurulduğu konusunda kaynaklar uzlaşır. Ancak kent olarak kurulmadan önce de burada bir yerleşim ya da kült merkezi olduğuna dair ipuçları vardır. İleride değineceğimiz gibi sonradan Hades kutsal alanına dönüşecek yer altından zehirli gazların çıktığı mağara, travertenler gibi Antik ve daha eski dönem insanlarının kolaylıkla tanrılarla ilişkilendirebilecekleri karakteristikleri, buranın kentleşmeden çok önce bir kült alanı olarak kullanıldığı görüşünü destekler. Ancak kent bir sürü deprem geçirdiği için bu erken dönemlerden günümüze neredeyse hiç bir iz kalmamıştır. Bugün görülen tüm yapılar Roma dönemi yapılarıdır.

Gerek termal ve dini çekim noktası olması gerekse Anadolu’nun (o zamanki adıyla Asya) doğu-batı aksında önemli kentlerin sıralandığı bşr ticaret yolunun üzerinde olması Hierapolis’in zenginliğinin bedenleri olmalıdır.

Son olarak Coğrafya'nın Babası sayılan Strabon'un ünlü kitabı Geographika'da Hierapolis hakkında yazdıklarını da ekleyelim:

"Karia'lılarla Nysa arazisi arasında bulunan Mesogis aşıldığında bazı kentlere gelinir. Nysa, Kibyratis ve Kabalis'e kadar uzanan Maiandros'un (Menderes Irmağı'nın) öte tarafındadır. İlk önce, Mesogis'in yakınında, Laodikeia'nın karşısında Hierapolis vardır.

Burada sıcak su kaynakları ve Plutonion bulunur. Bunların her ikisi de olağanüstüdür. Kaynakların suyu o kadar çabuk donar ve taşlaşır ki, insanlar bu suyu çukurlara akıtarak yekpare taş çitler yapmaktadır.

Plutonion'a gelince: Dağın bir parçası olan yüksekçe bir tepenin eteğinde, bir kişinin ancak geçebileceği orta büyüklükte bir çukur vardır, derinliği oldukça fazladır ve bu çukurun çevresi yaklaşık yarım plethron, olan dikdörtgen bir parmaklıkla kapatılmıştır. Burası o kadar yoğun ve puslu bir buharla doludur ki, insan zemini zorlukla görebilir. Parmaklığın çevresine yaklaşan herhangi bir kimse için hava zararsızdır, çünkü sakin havada buhar dışarı çıkmaz; fakat parmaklıktan içeri geçen herhangi bir hayvan derhal ölür. Oraya sokulan boğalar düşerler ve ölürler.

Ben içeriye güvercinler attım, hemen öldüler. Fakat hadım olan Galler (Kybek Rahipleri) içeriye rahatlıkla girer, çukura yaklaşır, aşağıya sarkar, hatta nefeslerini tutarak bu sayede (ben onların yüzlerinde kusacaklarmış gibi bir ifade gördüm) belirli bir derinliğe kadar inerler. Bunlar gibi sakatlanmış (hadım) olmak veya sadece tapınağın çevresinde yaşamak ya da tanrısal bir taktire mazhariyet veya da buhara karşı panzehir olarak kullanılan belirli fiziksel güçlere sahip olmak, acaba bu bağışıklığın nedeni olabilir mi?

Suları içilebilir olduğu halde, Laodikeia'daki ırmakların sularının da taşa dönüştüğü söylenir. Hierapolis'teki su, yün boyaması için olağanüstü uygundur. Köklerle boyanan yünler, kırmızı ve morla boyanan yünlerden çok üstündür. Burada su çok boldur ve kentte bir sürü doğal havuzlar ve hamamlar vardır." (Strabon, 2000)

Roma döneminde gelişmiş ve zengin bir kent olduğu belli olan Hierapolis Hıristiyanlık döneminde de önemli ve kutsallığı ile anılmaya devam eden bir kent olmuştur. MS 80 yılı civarında İsa peygamberin havarilerinden Filippus'un burada öldürüldüğüne inanılması ve onun adına inşa edilen şehitlik (martyron) burayı bir haç merkezi haline getirmiştir. Bu martyron yapısına da gitmeyi çok şstedim ancak hep en sona kaldığı için ya zamansızlık ya da yorgunluktan, bi türlü gidemedim. Bir aonraki geziye artık...

Tekrar geziye dönecek olursak, dediğim gibi, Roma dönemindeki bir yolcu gibi yaklaşıyoruz kente. Mezarlıkların alanı olan Nekropolis'in içinden kıvrılarak giden bir yolda ilerliyoruz.

Kuzey Nekropolisinden kente doğru uzanan yol.
Kuzey Nekropolisi
Hierepolis’in Kuzey Nekropolisi gezdiğim en müthiş mezar alanlarından birisi. Burada ikibinin üzerinde mezar olduğu söyleniyor. Sadece sayısı değil türleri ve korunmuşluk durumları da etkileyici. Erken dönemli tümülüslerden lahitlere, ev biçimindeki anıt mezarlardan kaya mezarlarına farklı türleri görmek mümkün. Ayrıca yüksek podyumların üzerine konulan lahitler de son derece ilginç görüntüler oluşturmuş. Tamam, lahitlerin podyum üstüne oturtulmasına sık rastlanılır ama buradakiler gibi değil.

Ev biçiminde anıt mezarlar ve tümülüsler.

Farklı yerlerde lahitler. Birincisi bir mezar yapısı içinde alışıldık biçimde. İkincisi özel bir podyumda, güzel bir merdivenle yanına çıkılıyor. Ama tamam da üçüncüsü ne öyle yaa...
Hamam-Bazilika
Mezarlıktan sonra yol bizi kentin en büyük yapılarından biri olan Kuzey Hamamı, ya da diğer adıyla Hamam-Kilise ya da başka bir deyişle Hamam-Bazilika'ya getiriyor. Bu yapı hakkında alandaki tabeladan şunları öğreniyoruz:

“MS 3. yüzyılın başlarına ait olan hamam yapısı MS 6. yüzyılda da orta mekanda bir nef oluşturularak kiliseye çevrilmiştir. Yapının arka duvarının altından geçen fay hattı ve oluşan deprem, bu duvarın yatmasına neden olmuştur. Bu duvarın deprem izini göstermesi açısından bu şekilde konsolide edilme (birarada tutma) çalışmaları devam etmektedir.”

Bu yapı ayrıca Hıristiyanlıkla birlikte toplumsal hayatın farklılaşmasına da şahitlik ediyor. Roma dönemi kentlerinin mimari olarak en önemli yapısı olduğu kadar sosyal hayatında da merkezlerinden biri olan hamamlar Bizans ile birlikte kapanmaya, dönüştürülmeye başlanıyor. Çıplaklık ve yıkanma kamusal bir eylemden mahrem bir eylem olmaya doğru giderken bu devasa yapılar da çoğu zaman kiliselere dönüştürülüyor. 

Hamam-Bazilika'nın görkemli tonozları.
Frontinus Kapısı
Hamamda yıkandıktan sonra kente girmeye hazırız. Burada bizi surda açılmış, iyi durumda korunmuş görkemli bir kapı karşılıyor: Frontinus Kapısı. Roma döneminde, MS 1. yüzyılın sonlarına ait olan bu kapı kentteki hemen her yapı gibi travertenden inşa edilmiştir. Üç açıklıklı kapının iki yanında kent tarafından girilen iç mekanlarıyla, yüksek silindirik kuleler bulunur. 

Kapının üzerindeki yazıttan Asya Prokonsülü (valisi gibi) Sextus Julius Frontinus tarafından ardındaki yolla birlikte yaptırılarak İmparator Domitian’a adandığı anlaşılır. Bugün parçaları müzede bulunan yazıtta şunlar yazılıdır:

"Imparator Domitian Caesar Augustus Germanicus, pontifex maximus, dördüncü defa halk için yüksek memur, on ikinci defa konsül, vatanın babası, Prokonsül Sextus Julius Frontius kapıyı, kuleleri ve yolu inşa ettirdi.” (Yazıcı, 2014)

Frontinus Caddesi
Kapının ardından bugün sadece bazı sütunlarının kaldığı sundurmalı mekanlarıyla Frontinus Caddesi başlar. Özgün genişliği 14 metre olan caddenin altında kanalizasyon sistemi bulunmaktadır. 

Caddenin, arkeolojik kazılar başlamadan önce 2 metre yüksekliğinde kalker tabakasının altında olduğu, bu nedenle günümüze görece iyi durumda kaldığı söyleniyor. 

Latrina
Kentin Roma dönemindeki ana caddesi olan bu caddenin iki yanında muhtemelen dükkanlar bulunmaktaydı. Ancak caddenin başlangıcında, kapıdan girer girmez sağda oldukça büyük bir latrina, yani genel tuvalet bulunması da ilginçtir. 

Latrina ortadaki sütun sırası ile ayrılmış uzunlamasına iki mekandan oluşuyor. Oturma sıraları günümüze kalmamış ama zeminde su kanalları farkedilebiliyor. 

Caddenin bir kısmı Bizans döneminde kentin küçülmesiyle daha içerden bir sur ve “Bizans Kapısı”nın inşa edilmesi ile dışarıda kalmış, üstüne düzensiz yapılar inşa edilmiştir. 

Bizans Kapısı ve Suru
Bizans Kapısı, Frontinus Kapısı’ndan daha masif bir yapıdır. Kale kapısına benzer biçimde küçük tek bir açıklık bırakılmış ve kenarlarına kare planlı burçlar inşa edilmiştir. Bu fark da geç dönemde Anadolu kentlerinin güvensiz ortam nedeni ile güvenlik öncelikli revizyonlarına iyi bir örnektir. Nitekim bu dönemde bir çok kent küçülürken, daha içeriden yeni surlar inşa etmiş ve erken dönemlerin bir çok yapısını yıkılmaya terk etmiş hatta bazen de yıkarak yapı malzemelerini bu surların yapımında kullanmıştır. Örneğin, Side, Metropolis ilk aklıma gelenler. 

Agora
Frontinus Caddesi’nin hemen solunda kentin Agora’sı bulunur. Oldukça büyük olan Agora’nın iyi bir şekilde anlaşılabildiğini söylemek biraz zor. Bu agoranın ilginç bir yanı sadece ticari, yönetsel işlevlerle sınırlı kalmayıp gladyatör dövüşlerine de sahne olmuş olabileceğine dair yorumlardır. Yakın zamana kadar agoralarda gladyatör dövüşü yapıldığına dair bir iddia pek yoktu, ya da belki ben rastlamamıştım ama bugünlerde farklı kaynaklardan bu iddiaları duyuyorum. 

Bunlardan bir tanesini de Smyrna agorasını kazan ekipten duymuştum. Agorayı çevreleyen stoaların bodrum katında gladyatör grafitileri bulunmasını belki de agorada gladyatör dövüşleri yapılmasının ipuçları olabileceğine dair bir düşünce idi bu. Şüphesiz bu iddianın başka kanıtlarla da güçlendirilmesi gerekir, sadece birkaç grafitiden böyle bir sonuca varılamaz ama galiba gladyatör dövüşlerinin sadece arenalarda ya da tiyatrolarla sınırlı kalmadığına dair iddiaları ileride daha çok duyacağız gibime geliyor. 

Katedral
Frontius Caddesi'nde bir müddet daha ilerledikten sonra tiyatroya, doğuya doğru yönelirken bir katedralin içinde buluyoruz kendimizi.

Üç nefli plan şeması ve apsisteki oturma sıraları okunabilen Katedral.
Tiyatro
Katedralden sonra biraz ara sokaklardan, sonrasındaysa dik bir yamacı tırmanarak tiyatroya varıyoruz. Hierapolis’in tiyatrosu gerçekten de istisnai bir deneyim sunuyor insana. Hem müthiş manzarası hem de korunmuşluk durumu ile insanın içinden çıkası gelmiyor. Tabi bunda biraz yorularak varılmasının payı da olabilir.

Hierapolis Tiyatrosu.

Tiyatronun kapasitesinin 10.000 kişi civarında olması esas alınarak kentin nüfusunun da 100.000 kişi civarında olduğu tahmin ediliyor. 

Bu arada Hierapolis’in iki ayrı tiyatrosu olduğunu söylemek lazım. Tıpkı hemen yanıbaşındaki Laodikeia gibi Hierapolisliler de tek tiyatro ile yetinmemiş. Bu özel durumu belki arazinin elverişliliği ama daha önemlisi bu kentlerin zenginliği ile açıklayabiliriz. 

Tiyatroya bugün en üst noktadan giriliyor ama herhalde zamanında sahne yanından yani paraduslardan da giriş olmalı idi. Dediğim gibi hem cavea yani oturma alanı, hem de skene ve proskene, yani sahne arkası binası ve sahne çok iyi korunmuş. Bazı heykel ve rölyefler müzeye taşınırken yerine kopyaları yapılarak yerleştirilmiş. 

Tiyatro hakkındaki bilgileri alandaki bilgilendirme tabelasından aktaralım:

“Büyük yapı dört ada üzerine inşa edilmiştir. Dik olan cavea diazoma'dan iki kısma bölünmüştür, dikey olarak 9 cuneusa Summa cavea galerisi ile 8 basamak yerleştirilmiştir. Ima caveanın (alt basamaklar) orta kısmı, proedria için mermer bir exedra şeklinde düzenlenmiş, yüksek arkalıklı, arslan ayaklı oturaklar, kentin önemli kişileri içindir.

Sahne binası, logeion ve geniş bir sahne arkasına sahiptir ve skene ile bağlantılıdır. Skene fronsun üç düzeni mermer monolit sütunlar tarafından podium üzerine oturmakta ve burada Apollon ve Artemis'e adanmış, bezeli korniş bulunmaktadır.

Bu görkemli yapı, İmparator Septimius Severus zamanında İS. III. yüzyılda, önceki evreyi (Flavius dönemi) içine alarak ve yok ederek inşa edilmiştir. Yapının Geç Roma Dönemine kadar kullanıldığını, arkhitravının alt yüzüne, İS. 352 yılına tarihli ve skene fronsun onarımını yazıttan anlıyoruz. ”

Tiyatronun oturma sıralarını üst ve alt bölüme ayıran ortadaki geçiş'teki (Diazoma denir bu koridora) duvarda şöyle bir şiirle yüzceltilmiş Hierapolis:

Diazoma'daki yazıt.

Şiirin çevirisi (alandaki bilgilendirme tabelasına göre) şöyle:

"Kutsal kent, altından kent,
sen geniş Asya'nın en elverişli topraklarına sahipsin,
Nymphe'lerin efendisi,
(senin) görkemli sularınla süslü."

Tiyatronun sahne firizleri bir çok tiyatroda olduğu gibi mitolojik anlatıları görselleştiriyor. Bu geleneğin en müthiş örnekleri Perge Tiyatrosu'nun sahne binasında idi. Ama buradakiler de fena sayılmaz. Rölyefler Güney kapısının yakınındaki müzeye taşınmış ve yerine modelleri konmuş. Bu arada müzenin de önemli bir yapı olan Güney Hamamı'nın restorasyonu ile elde edilen bir yapı olduğunu belirteyim. 

Anıtsal Çeşme (Tapınak Nymphaeumu)
Tiyatrodan inerken sağda anıtsal boyutlarıyla isminin hakkını veren bir çeşme yapısı görüyoruz. U planlı ve iki katlı olan çeşme yapısının önğnde devasa bir havuz bulunmaktaydı. Bazıları bu çeşmede hemen yanındaki Apollon kutsal alanına kehanet almaya gidenlerin yıkanıp arındıklarını söyler. Ama nymphaeumlarda yıkanmak daha önce pek duymadığım bir şey doğrusu. Belki abdest alma gibi, vücudun belli bölgeleri yıkanıyordu. Apollon tapınağına gitmeden önce abdest almak... Bu da iyi oldu. :)

Yapı doğal olarak Roma dönemindeki görkeminden çok şey kaybetmiş olsa da hala ihtişamlı. Bugün eksik parçaları hayal gücümüzle tamamlayıp (bunu yaparken gözler biraz kısılır) tanrılara, nanrıçalara, nymphe yani su perilerine ait heykelleri ve rölyefleri yerine koymak, tüm yapıyı beyaz mermerle kaplamak gerekir. 

Müze (Güney Hamamı)
Hem hamam olması hem de restorasyon tekniği açısından Side'deki müzeye çok benziyor yapı. Side'deki restorasyon 1960'ların başında yapılıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Hierapolis'deki de 1970'lerde restore edilip 1984'te hizmete açılmış. Dönemin restorasyon yaklaşımına uysa da günümüzde iki yapının da hamam karakterini iyi bir şekilde muhafaza ettiğini söylemek güç. Belki kazı alanına belli bir mesafede yeni, çağdaş müzeler inşa edilip bu dönüştürülen müzeler tekrar asıllarına yaklaşacak şekilde dönüştürülebilir diye düşünüyorum.

Aşağıda bazı heykeller ve tiyatrodan müzeye taşınan sahne frizine ait rölyeflerden bazılarını ve görselleştirdikleri sahneleri aktarıyorum, ama önce hamam yapısının inanılmaz ustalıkla gerçekleştirilen apsis kısmın altyapısını göstermek istiyorum:

Hayranlık verici bir konstrüksiyon.

Roma dönemine, MS II. yüzyıla tarihlenen Hades heykeli.
Yanında Tartaros'un kapısının bekçisi üç başlı Kerberos ve
muhtemelen başında giyene görünmezlik veren başlığı ile.

Tiyatronun yapımında büyük oranda pay sahibi olan İmparator Septimus Severus'un taçlandırılması.
Törende hem ölümlüler hem de ölümsüzler var.

Bu yine II. yüzyıldan çok güzel bir rölyef. Hierapolis yani kentin kendisi ortada bir genç kız olarak kişileştirilmiş.
Sağda Bereket Tanrıçası Tykhe ona tacını takıyor. Solda ise halkın kişileştirilmiş hali Demos
Sunağa bir boğa getirip kent için tanrılara sunuyor.
Ortadaki Hierapolis'in bir eli tanrılara kutsal bir kaptan sunu dökerken diğer elinde galiba
Zafer Tanrıçası Nike'yi tutuyor. 

Niobe mitini anlatan rölyef grubu. Niobe çocuklarıyla çok böbürlenmiş, Artemis ve Apollon'un annesi Leto'yu kastederek,
"onun sadece 1 çocuğu var, benimse 12 çocuğum var, asıl bana tapınılmalı" gibi kabul edilemeyecek hakaretler etmişti.
Ceza olarak da Leto'nun çocukları Artemis ve Apollon'un oklarıyla tüm çocukları öldürüldü. Kendisi de kederinde sürekli
ağlayan bir kayaya dönüştürüldü. Bugün Manisa'dadır Niobe'nin dönüştürüldüğüne inanılan ağlayan kaya ve yaz kış
su akar içinden. 
Marsyas mitini anlatan rölyef grubu. Bu miti uzun uzun anlatmıştım blogtaki bir başka yazıda.

Hades'in Persephone'yi kaçırması.

Solda "Üç Güzeller" sağda Poseidon.
Plutonium
Hierapolis’in en ilginç mekanlarından biri de Plutonium idi. Bu alan aslında Pluton’la birlikte Apollon’a da adanmış bir alandır. Bu iki tanrının alanları neredeyse içiçedir. Yeraltı ve ölüler ülkesinin tanrısı olan Pluton, ya da daha bilinen, Yunan mitolojisindeki adıyla Hades’e adanmış bu kutsal alan aslında zehirli bir gaz olan karbon-anhidrit’in yeryüzüne çıktığı doğal bir yarık idi. Herhalde çok eski zamanlarda mağaraya benzeyen bu yarığa yaklaşan hayvanların ve belki de insanların öldüğünü görenler buranın ölüler ülkesine, yani Hades’in krallığına bir giriş kapısı olduğunu düşünmüşlerdi. Hatta tiyatroda bir rölyefte anlatılan Hades’in Persephone’yi yeraltına kaçırması mitinin burada yaşandığına inananlar bile vardı. 

Bundan dolayı buraya bir tapınak benzeri bir ritüel mekanı inşa edilmişti. Bu yarığın ağzı bugün büyük oranda kapatılmıştır. 

Daha önce geldiğimde alanın içinde gezinmiştim ancak son gittiğimde ya restorasyon çalışmaları ya da başka bir nedenle alan geziye kapatılmıştı. Bir de iki yanında yılanlı heykellerle Hades’in mermerden bir heykeli yapılarak alanın vurgusu arttırılmaya çalışılmış. Hades heykeli “eh tamam” ama yılanlı heykeller olmamış gibiydi doğrusu...

Plutonium'un 2015 yılındaki hali.

2019 yılında Plutonium.
Hades kutsal alanı pek fazla bulunmaz aslında. Malum ölümle özdeşleştiği için insanların çok fazla haşır neşir olmayı istemeyeceği bir tanrıdır kendisi. Bu nedenle buradaki Hades kutsal alanı yani Plutonion önemli bir alan. Bu arada Hades'e adanmış nadir tapınaklarından birinin de Aydın yakınlarındaki Acharaka kutsal alanında olduğunu söylemiş olayım. Orayı da başka bir yazıda ele almak lazım aslında.

Bu arada Hierapolis’te gezerken başınızın üstünden sürekli yamaç paraşütü yapanların geçtiğini görüyorsunuz. Kentin doğusundaki tepeden havalanan paraşütçüler üzerinizden süzülerek aşağıdaki karayolunun yanındaki piste inerken harika görünüyorlar. İnsan özenmiyor değil. 




Son olarak Pamukkale'nin -sanırım Hierapolis ile birlikte- 1988 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi'ne alındığını da kaydederek yazıyı bitirelim.


KAYNAKLAR

Ekrem Akurgal, 2000, Anadolu Uygarlıkları, Net Yayınevi
Çağlan-Erdal Yazıcı, 2014, Hierapolis, Uranus Yayınları
Strabon, 2000, Geographika, Arkeoloji ve Sanat Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder