2 Mayıs 2021 Pazar

Beyt’ül Hikme ya da Bilgelik Evi

Bu yazıda İslam dünyasının altın çağındaki bir kurumdan, Beyt’ül Hikme’den bahsedeceğim.

Bugün İslam coğrafyası özellikle Batı dünyası ile karşılaştırıldığında büyük oranda cehaletin ve ataletin ürettiği, yozlaştırıcı bir sisle kaplanmış gibi görünür. Bu durum kimi zaman İslam dininin etkisi, kimi zaman onun yanlış yorumlanışı/yaşanışı kimi zamansa ondan bağımsız olarak iklim gibi doğal verilere dayanılarak açıklanmaya çalışılır.

Konunun uzmanı olmamakla birlikte benim düşüncem ikincisine daha yakın. Yani "gerçek İslam bu değil"cilik. :) Böyle deyince de bir çok saçmalığı meşrulaştırmış gibi hissettim kendimi. Bir parantez açayım, bir çok konuda böyle düşünmüyorum, yani evet, o gördüklerinizin çoğu "gerçek İslam". 

Neyse, bu konudaki düşüncemin en önemli dayanaklarından birisi tarihin bazı dönemlerinde aynı dine inanan ve aynı iklimde yaşayan bu toplumların o zamanlardaki Batı dünyasından yani Avrupa'dan çok daha gelişmiş bir uygarlığa, ileri bir bilimsel düzeye sahip olmaları. Bu yazıda bunun bir örneği olarak Abbasi döneminden ama özellikle o dönemin simge kurumlarından biri olan Beyt’ül Hikme’den bahsedeceğim.

Abbasi döneminde kurulan ve neredeyse İskenderiye Kütüphanesi ile kıyaslanacak kadar önem taşıyan bir kurum olarak anılan Beyt'ül Hikme, sadece bir kütüphane değil bir çok farklı alanda bilgi ve düşünce üreten bilim insanının toplandığı bir odaktı. Peki İslam dünyasında böyle bir odak nasıl var oldu ve daha önemlisi nasıl yok oldu? Bunu anlamak için önce erken İslam tarihine bakmamız gerekiyor.  

Abbasi Kütüphanesi'ndeki (herhalde Beyt'ül Hikme kastediliyor) alimler. El Hariri makamatı, Yahya ibn Mahmud el-Vasıti illüstrasyonu (1237) (3). 
Yalnız kitaplık IKEA'dan galiba...

Erken İslam Döneminin Anahatları

Erken İslam dönemini çok kısaca hatırlayacak olursak ilk dönemlerin Müslümanların önce kendi güvenliklerini sağlamaları, daha sonra da dini yaymak ve yeni yerleri egemenlikleri altına almalarıyla geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla Peygamber'in ve Dört Halife'nin dönemine dair doğal olarak, anıtsal yapı veya kültürel/yönetsel vs... kurumlardan bahsetmek kolay değildir. 
Bu durum fethedilen coğrafyanın büyüdüğü ve artık güvenli bir çekirdeğin oluştuğu Emevi dönemi ile birlikte değişmeye başlar. Tabi bu dönüşümün çok çok kestirme bir özeti bu. Artan mali, teknolojik ve nitelikli işgücü gibi kaynaklar, diğer uygarlıklarla kurulan ilişkilerle birlikte düşünce dünyasındaki değişimler gibi birçok etken de bu dönüşümün dinamikleri arasında sayılabilir. Ama dediğim gibi "kabaca" Emevi döneminden sonra işler değişmeye başlar. 

Başkent olarak Şam'ı seçen Emevilerin Yunan, Roma ve Hıristiyan kültürünün mirasçısı Doğu Roma (Bizans) ile yoğun bir etkileşime girmeleri İslam kültürüne bu uygarlığın etkilerinin yoğun olarak nüfuz etmesini beraberinde getirir. Emeviler dönemindeki bu ilgi çekici dönüşümü başka bir yazıya bırakarak hızlıca Abbasilere geçtiğimiz zamansa tekrar bir dönüşümle karşılaşıyoruz. 

Son Emevi halifesinin 743 yılında ölmesiyle iktidarı ele geçiren Abbasiler İslam devletinin başkentini bu sefer Dicle ve Fırat'ın birbirine çok yaklaştıkları dolayısıyla tarımsal açıdan zengin topraklara sahip bir coğrafyada kurdukları Bağdat şehrine taşırlar. Bu taşınma İslam'ın kadim Pers ve Sasani kültürleri ile yoğun etkileşimine girmesine neden olmuştur. Dolayısıyla Emevi dönemindeki Yunan-Roma etkileşimi ile zenginleşen İslam kültürü Pers ve Sasani etkisiyle yeni ve daha zengin bir karaktere bürünür. 

Tabi burada birşeyin altını çizmek gerekir. Abbasi döneminde Hindistan'dan Endülüs'e kadar bir İslam coğrafyasından bahsediyoruz. Dolayısıyla her tarafta aynı etkilerin görünmesi mümkün değildi. Hatta bu anlatıdan bağımsız bambaşka izlekte ilerleyen coğrafyaların olduğunu söylemek de mümkün İslam dünyası içerisinde. Dolayısıyla bahsedilen etkileşimler, İslam coğrafyasının yönetsel merkezi olan Şam-Bağdat gibi kentler ve bu kentlerle yoğun iletişim içerisinde olan bölgeler için geçerlidir. Coğrafyanın geri kalanında ana anlatının yoğunluğunun ancak bu yerlerin yönetsel merkezlerle bağlantıları ile doğru orantlı olduğu düşünülebilir.         

Abbasilerin kurduğu Bağdat kentinin sembolik görünüşü ve bugünkü izler...

Neyse, merkeze dönecek olursak, hızla büyüyen Bağdat, kuruluşundan yüz yıl sonra, nehrin her iki tarafında yaklaşık 65.000 dönümlük bir araziyi kaplıyordu. 300 ila 500 bin olduğu tahmin edilen nüfusuyla Batı Asya, Afrika ve Avrupa'nın en büyük şehriydi. İslam coğrafyasında Bağdat merkezli gelişen entelektüel ve kültürel yaşam dinamik ve deneysel bir nitelik taşıyordu. Gittikçe yayılan bu yeni yaşam, Arap, Pers ve Yunan olmak üzere üç ayrı kültürel geleneğin mirası üzerine temellenmişti (1).

Bağdat'ın en önemli özelliklerinden birisi de kozmopolit bir yapıya sahip olması idi. Sahip olduğu kaynaklar uygun yönetim felsefesi ile birleşince cazip bir seçenek olarak beliren kent bir çok farklı kültürden insanı kendisine çekerek çokkültürlü bir demografik yapıya sahip olmuştu. Bir çok dönemde olduğu gibi o dönem için de bu heterojen yapı özellikle bilim ve sanat alanındaki gelişmelerin en önemli dinamiklerinden birisi idi.

Burada Bağdat'a gelenleri biraz detaylandırmakta yarar var. Bir anlatıya göre (ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum ama akla yatkın görünüyor) Hıristiyanların önce İskenderiye Kütüphanesi'ni ardından Theodosius zamanında Atina'daki Akademi'yi ve benzeri tüm kurumları pagan dünyanın devamı olarak görüp kapatmaları, buradaki bilim/düşünce insanlarına gittikçe artan baskıları sonucu bu insanların beraberlerinde taşıyabilecekleri/kurtarabildikleri kadar kaynağı, kitap rulolarını alıp özgürce düşünüp yaşayabilecek gibi göründükleri doğuya göçmekten başka çareleri yoktu. Dolayısıyla bilgiye ve düşünceye değer veren Abbasi yöneticileri bu göçü olumlu karşılamış belki de teşvik etmişlerdi. Yani bir bakıma bugün olan şeyin (özgür düşüncenin doğudan batıya kaçışı) tam tersi gerçekleşmekteydi. 

Dolayısıyla yukarıda da söylediğim gibi aslında ne iklim vs... gibi coğrafi veriler ne de insanların genetik özellikleri değil bu gelişmişlik-gelişmemişlik farkını yaratan. İklim de insanlar da 1000 yıl önce nasılsa aşağı yukarı bugün de öyle... Dolayısıyla galiba büyük oranda siyasi sistemler ve dini de kapsayan soyut sistemlerin yorumlanışı ve hayatla kurdukları ilişki.   

Neyse, konuya dönecek olursak, işte bu Bağdat kentinin merkezindeki sarayın içinde ya da onunla yakın ilişkili bir konumda önemli bir bilimsel kurum olan Beyt’ül Hikme ortaya çıkmıştı.


Beyt'ül Hikme'nin Kuruluşu ve İçeriği

Türkçe karşılığı "Bilgelik Evi" olan Beyt'ül Hikme(t)'in kuruluş tarihi bir çok kaynakta çok net olarak verilmesine karşın İslam Ansiklopedisi'ne göre biraz tartışmalıdır. Ansiklopedideki maddeye göre, "ilk defa kimin tarafından ve ne zaman kurulduğu tartışma konusudur. Kaynakların çoğunda Abbâsî halifelerinden Me’mûn tarafından 830’da Bağdat’ta kurulduğu zikrediliyorsa da bunun düşünce ve teşebbüs olarak Mansûr dönemine (754-775) kadar uzandığı anlaşılmaktadır" (2).

Wikipedia'daki maddede ise güvenilir kaynaklara referanslanarak kuruluş şöyle açıklanıyor: 
"Sasani devleti zamanında kurulan Gundişapur Akademisi örnek alınarak kurulan" (...) "Bilgelik Evi, 8. yüzyılın sonlarında Halife Harun Reşid'in koleksiyonları için bir kütüphane olarak (daha sonra el-Memun döneminde bir devlet akademisine dönüştü) veya el-Mansur (754-775) tarafından hem Arapça hem de Farsça nadir kitaplara ve şiir koleksiyonlarına ev sahipliği yapmak üzere oluşturulan özel bir koleksiyon olarak kuruldu" (3).

Beyt'ül Hikme’nin fiziki yapısına dair pek fazla bilgi yok. Yazının başına koyduğum minyatür -eğer gerçekten Beyt'ül Hikme'yi gösteriyorsa- duvarlarında IKEA kitaplıklar olan bir mekandan fazlasını kafamızda canlandırmamıza yardımcı olmuyor. 

İslam Aniklopedisi'nde kurumun fiziki yapısı ve kadrosuna dair şunlar aktarılıyor: 

"Yapılan araştırmalar, Bağdat’taki Beytülhikme’nin bağımsız bir yapı olmayıp saray müştemilâtı içinde çeşitli bölümler ihtiva eden bir bina olduğunu göstermektedir. Burada kitapların korunduğu hücreler, müellif, mütercim, kâtip, müstensih ve mücellitler için ayrılan odalar ve bir de okuma salonu bulunuyordu. (...) Beytülhikme’nin kadrosu, “sâhibü Beytilhikme” unvanıyla anılan bir müdür, müellifler ve mütercimler, bunların emrinde çalışan kâtipler, yazılan kitapları çoğaltan müstensihler, verrâklar ve mücellitlerden oluşmaktaydı" (2).

Beyt'ül Hikme'nin temelde 3 ana bölümden oluştuğunu söylemek yanlış olmaz. Bunlar, Bağdat'ın cazibesine kapılıp gelen ve Abbasi iktidarı tarfından desteklenen bilginlerin takıldığı mekanlar, dönemin en güçlü arşivine sahip bir kütüphane ve bir çok dilden yapılan çeviri faaliyetlerinin yapıldığı -muhtemelen kütüphane ile yakın ilişkili- mekanlardı.  

Çeviri 
(Bazen tercüme, bazen çeviri kavramını kullandım, hangisi daha doğru ya da fark var mı bilmiyorum, genelde cümlenin gidişatına hangisi uyuyora onu kullandım)

Beyt'ül Hikme'deki en önemli işlerden birisi antikiteye ve çevre uygarlıklara ait eserlerin tercümesi idi. İslam dünyasında tercüme faaliyetleri Beyt'ül Hikme ile başlamadı. Daha öncesinde de bu kaynaklar Arapça'ya çevriliyordu ancak Beyt'ül Hikme ile bu çeviri faaliyetleri büyük bir ivme kazandı.

Peki çeviri neden bu kadar önemliydi? Roma İmparatorluğu'nun yıkılması ile birlikte Batı'da antikiteye dair tüm kurumsal altyapı çökmüştü. Fiziksel olarak yollar, su yolları, hatta kentler işlevini kaybederken bilim üretimi ve aktarımı da neredeyse bitmişti. Ortaçağ'da yükselen kilise ve feodal düzen bilime, felsefeye değil insanları kendi çıkarlarına kanalize edecek söylemlere gereksinim duyuyordu. Dolayısıyla antik dünyanın tüm bilimsel/felsefi birikimi unutulmaya, hatta bilinçli olarak yok edilmeye başlamıştı.

Bu ortamda yükselen İslam uygarlığı temas kurduğu tüm noktalarda bu antik mirasın işine yarayacağını fark ederek bunları sahiplenmeye, arapçaya çevirmeye ve onların üstüne yeni tespit ve düşünceler inşa ederek bilimin ve felsefenin sürekliliğini sağlamaya başladı. Ve aslında bir anlamda tüm bu antik mirasın yok olmasını engelledi. Bu gerçekten de dünya tarihi açısından çok büyük önem taşır. Bu çeviriler olmasaydı acaba Rönesans diye bir dönüşüm olacak mıydı?      

Peki hangi eserler tercüme edilmişti Beyt'ül Hikme'de? Wikipedia'daki maddeye göre çevirisi yapılan kişiler arasında "Pisagor, Platon, Aristoteles, Hipokrat, Öklid, Galen, Sokrates, Sushruta, Charaka, Aryabhata ve Brahmagupta gibi ünlü düşünür ve bilim insanları vardır" (3). Tabi bunlar en tanınmışlarıydı herhalde. Bunların dışında daha az bilinen kişilere ait eserler de çevriliyordu. 

Tercüme edilen diller, tercümanların sayısı ve bazılarının tercüme ettikleri eser ağırlığınca altın tozu ile ödüllendirilmelerine dair bilgileri (abartı olabilir gibi geliyor bana. 1001 gece masalı mı lan bu...) yine İslam Ansiklopedisi'nden aktaralım:

"Beytülhikme’yi bizzat görmüş ve kütüphaneden faydalanmış olan İbnü’n-Nedîm'in (...) tesbit ettiği mütercimler listesine göre Grekçe’den Süryânîce’ye, oradan da Arapça’ya veya doğrudan Grekçe’den Arapça’ya tercüme yapanların sayısı kırk yediyi buluyordu. Farsça’dan tercüme yapanlar on altı, Sanskritçe’den tercüme yapanlar üç kişi idi. İbn Vahşiyye de birçok kitabı Nabatî dilinden Arapça’ya çevirmişti (el-Fihrist, s. 340-342). 

Rivayete göre Halife Me’mûn sadece Grekçe’den yaptırdığı tercümeler için 300.000 dinar vermişti (Tırâzî, I, 101). Hatta bazı tercümeler terazinin bir kefesine konuyor ve altın tozuyla tartılarak mütercim ödüllendiriliyordu" (2)

Kütüphane

Çevirilerin yanısıra özgün eserleri de bünyesinde toplayan kurum bir süre sonra çağının en önemli arşivi haline geldi. 

Neler vardı envanterinde diye kaynaklardan bir derleme yapacak olursak:

  • Sasani imparatorlarından kalma binlerce Farsça elyazmasının yanı sıra birçok Yunan felsefe metnine ve Yunan edebiyatından çok sayıda esere sahipti (1).
  •  Beyt’ül Hikme’deki kitaplar arasında İslam âlimlerinin matematiğe olan güçlü ilgisini yansıtan çok sayıda kitap bulunuyordu. Bazı metinler antik Yunan geometrisi ve Mezopotamya astronomisini ayrıntılı olarak anlatıyor, bazıları da matematik alanında Hindistan'da yaşanan gelişmeleri aktarıyordu (1).
  • Çevre uygarlıklardan özellikle Bizans'tan bir çok kitap (ganimet olarak veya satın alınarak) getirtildi: Halife "Me’mûn 830’da Bizanslılar’a karşı başarıyla sonuçlandırdığı seferden dönerken oralardan toplattığı kitapları beraberinde Bağdat’a getirdi. Ayrıca kütüphaneyi zenginleştirmek için büyük bir para ayırdı ve Beytülhikme’nin müdürü Selm ile İbnü’l-Bıtrîḳ, Haccâc b. Yûsuf b. Matar ve Yuhannâ b. Mâseveyh’ten oluşan bir heyeti Bizans’a göndererek bu heyetin kütüphanelerden seçeceği kitapların kendisine gönderilmesini imparatordan rica etti. (...) Gerek imparatorluk sınırları içindeki kilise okullarından, gerekse komşu ülkelerden ve Kıbrıs’tan getirtilen kitaplarla Beytülhikme Ortaçağ’ın en zengin kütüphanesi ve yoğun ilmî araştırmaların feyizli bir merkezi haline geldi" (2).

Halife Memun Bizans İmparatoru Theophilos'a elçi gönderiyor. 13. yy. resmi (3).
Elçinin taşıdığı mektupta yazanlara dair tahminim: "Theophlosçuğum, bugünlerde baya bi okumaya sardım. Malum matba henüz keşfedilmedi ve kitap sayısı az. Buradakilerin hepsini okudum. Elinde güzel kitap varsa, cinayet, aşk, bilim kurgu farketmez, gönderiver canım. Resimli olursa daha iyi".

Bilim İnsanlarının Mekanı

Bir çok kaynağa ev sahipliği yapan Beyt'ül Hikme doğal olarak bilim ve felsefe alanında çalışmak isteyenleri de kendisine çekiyordu. Dolayısıyla belki de tüm yakındoğuda bilim ve düşünce insanlarının olmak istedikleri yerdi. Bu nedenle insanların çalışabilecekleri, farklı uzmanlarla karşılaşıp tartışabilecekleri bir mekandı aynı zamanda. Yani, ilk dönemlerde bir tercüme bürosu ve bir kütüphane olarak kurulan Beytülhikme giderek fizikî ve fonksiyonel açıdan gelişip genişlemiş, özellikle pozitif ilimlerin araştırıldığı bir merkez ve bir eğitim kurumu haline gelmiştir" (2).

"Beytülhikme’nin bünyesinde bir de rasathânenin bulunduğu yolundaki iddialar abartılmış sayılmakla beraber, Me’mûn’un Bağdat yakınlarındaki Şemmâsiye’de kurdurduğu rasathânede araştırma yapan astronom ve matematikçilerin çoğunun Beytülhikme kadrosunda bulunan âlim ve kâşiflerden olduğu bilinmektedir. Batlamyus’un el-Mecisṭî’sindeki bilgileri ve astronomiyle ilgili ölçüm araç ve gereçlerini yetersiz bulan Me’mûn daha geliştirilmiş gözlem aletleri yaptırarak kozmografik haritalar hazırlatmıştır (Sâid el-Endelüsî, s. 58) (2). 


Beyt'ül Hikme'nin Önemi

Şimdiye kadar aktardıklarım zaten ne derece önemli bir kurum olduğunu ortaya koyuyor ancak yukarıda değinilmeyen bir kaç şeye daha vurgu yapmak lazım.

Beyt'ül Hikme bugün bütün dünyanın kullandığı rakamların kaynağı idi. Yani aslında onlar Hint rakamıymış ama buradan dünyaya yayıldığı için Arap rakamı olarak biliniyorlar. "Yine bu dönemde Hintli bir seyyahın beraberinde getirdiği matematik ve astronomiyle ilgili iki kitap tercüme edildi ve böylece Hint rakamları İslâm kültür dünyasına girmiş oldu" (2). İslam dünyasında kullanıma giren Hint rakamları Batı'ya Levant'tan geçti. Bugün de, kökeni olmasa da Batı'nın bu rakamları aldığı kültürü yansıtması amacıyla bu rakamlara Arap rakamları deniyor" (1).

Yine matematik dünyası için kilit bir rol oynamış Beyt'ül Hikme: "Bu eklektik merkezde ondalık sayılar, sıfır kavramı ve basamak sistemi ilk kez birleştirildi (1)

"Sıfır" kavramı matematiğe sonradan girmiştir. Şaşırtıcı değil mi? Örneğin Roma rakamlarında 0'a dair bir işaret bulunmaz. 0'ın da Hintlilerden Beyt'ül Hikme sayesinde İslam dünyasına ve oradan tüm dünyaya yayıldığını söylemek yanlış olmaz. Ve abartmadan söyleyeyim, eğer bu gerçekleşmemiş olsaydı bugün matematik dediğimiz şey bambaşka bir şey olurdu. 


Yokoluş...

Beyt'ül Hikme'nin yokoluşunu düşünsel ve fiziki olmak üzere iki farklı düzeyde konuşmak gerekir. 

Abbasiler’de de genel eğilimler iktidara gelen halifenin karakterine göre değişiyordu ve her halifenin Me’mûn kadar ilerici olduğunu söylemek mümkün değildi. Zamanla İslam dışı eserlerin okunmasına, çevrilmesine iyi gözle bakmayan yöneticiler daha sık görülmeye başlandı. 

Bunun yanısıra toplumsal bazı gelişmeler de Beyt'ül Hikme'nin alehineydi. Bunlardan en önemlisi olan 13. yüzyıldaki Moğol istilaları sürecinde Bağdat, yaşadığı fiziksel yıkımın yanısıra yukarıda değindiğim kozmopolit ve entellektüel açıklığa sahip kültürünü de önemli ölçüde kaybetti. Geçmişte sahip olduğu eklektizmle övünen rejim, düşünce itibarıyla giderek daha ürkek ve daha tutucu oldu. Kültürel anlamda çok başlılık kötü görülmeye başladı ve felsefe, matematik, doğa dünyası araştırmaları azaldı (1).

Maddi yokoluşa dair anlatılarsa şu şekildedir: 

Bağdat'taki diğer tüm kütüphanelerle birlikte Beyt'ül Hikme, 1258 yılındaki Bağdat Kuşatması sırasında Hülagu ordusu tarafından yıkıldı. Bu yıkım Beyt'ül Hikme'den geriye çok az arkeolojik kanıt bıraktı, öyle ki onun hakkındaki bilgilerin çoğu el-Taberi ve İbnü'n Nedim gibi dönemin çağdaş bilim adamlarının eserlerinden gelmektedir (3).

Hülagu'nun 1258'deki Bağdat kuşatması (3). 

Bağdat'ın kütüphanelerinden gelen kitaplar Dicle Nehri'ne öyle çok miktarda atıldı ki, nehir kitaplardan gelen mürekkeple karardı.Nasîrüddin Tûsî, kuşatmadan önce Meraga Rasathanesine götürdüğü yaklaşık 400.000 el yazmasını kurtardı" (3).

Beyt'ül Hikme'nin yokoluşu aslında Akdeniz coğrafyasında yeni doğuşları tetikledi. Örneğin, "buradan yetişen ilim adamlarının Endülüs’e geçerek çalışmalarını daha uygun bir ortam olan Kurtuba’da sürdürdükleri tahmin edilmektedir" (2). Dolayısıyla önemli bir birikim Endülüs topraklarına taşınmış oldu. 

Ama daha önemlisi, "Bilgelik Evi'ndeki Arapçaya çevrilen kitaplar Akdeniz'deki bütün İslami topluluklara dağılmıştı. Sicilya ve İspanya’daki çevirmenler Arapça çevirileri Ibraniceye ve Latinceye çevirdi. Ortaçağ boyunca yapılan yeniden çeviriler Avrupalı teolog ve alimlerin Yunan felsefesine erişimini sağladı" (1). Yani ileride Rönesans için altyapı oluşturacak antik metinlerin önemli bir kısmı Beyt'ül Hikme aracılığıyla Avrupa'ya ulaştı. 

Son olarak İslam'daki antikiteye, bilime ve kitaplara bakışın neredeyse 180 derece değiştiği bir kırılma olarak Gazali'ye değinmek gerekir. Şüphesiz bu ölçekteki dönüşümlerin sadece tek bir kişinin etkisi olarak yorumlamak doğru olmayacaktır ama birçok kaynakta bu konuda Gazali'nin etkisi vurgulanır ve kendisi İslam'daki bu değişimin en sembol isimlerinden biridir. Buyrun kendisinin düşüncesine dair bir kaç aktarım: 

"Bilim demek, kişiye sadece cennete gitmeyi öğretmekte olan İslam dinini öğretmekten ibarettir. Dünya ve dünyalık için bilim öğrenen insan, şeytanlardan bir şeytan olur" (4).

"Nice kimseler vardır ki, ilimlere dalmış ve onlardan zarara uğramıştır. Şayet bu ilimlere dalmamış olsalardı, dindeki mevkileri şimdi olduğundan daha iyi olurdu. Bilginin bazı insanlara zararlı olduğu, inkâr edilemez. Şu halde, şeriatin zemmettiği ve yasakladığı ilimlere dalma; sahabeyi örnek almaktan ayrılma ve sünnete ittiba etmekle yetin. Çünkü kurtuluş tabi olmaktır. Tehlike ise nesneler hakkında araştırma yapmak ve bağımsız olmaktır. Görüşünle, aklınla, delil ve burhanınla ve nesneleri oldukları şekilde bilmek için onlar hakkında araştırma yapıyorum. İlmi tefekkür yapmakta nasıl bir zarar olur, şeklindeki zannınla inadı çoğaltma! Çünkü onun sana vereceği zarar daha çoktur. Muttali olduğun nice şeyler vardırki, onları bilmen sana öyle bir zarar verir ki Allah’ın rahmeti olmasa, seni ahirette helaka götürür" (5).

Ne yazık ki Gazali'nin bakış açısı zamanla İslam coğrafyasında baskın hale gelmiş ve başlarken bahsettiğim sis toplumların üstüne karabasan gibi çökmüştür. 

Tüm İslam coğrafyasında bu sisi birazcık da olsa dağıtmayı başaran en önemli girişimlerden birisi hiç şüphesiz Anadolu'da cumhuriyetin ilanı ve muasır medeniyet hedefinin konulmasıdır. Tabi hak yememek adına şunu da vurgulayalım ki, hem İslam coğrafyasının dört bir yanında hem de Osmanlı İmparatorluğu'nda bu sis bulutunu dağıtmak için bir çok çaba sarf edilmiştir ancak yüzyılların etkisi ile neredeyse katılaşan bu bulutu dağıtmak pek mümkün olmamış, çoğu zaman bu çaba içerisine girenler bedelini canlarıyla ödemişlerdir.  

Bu konuda Doğan Kuban'dan bir alıntıyı ilginç bir özet olarak aktararayım:

"İslamın, Bağdat’taki Bayt al-Hikma’dan sonra, yani 11. Yüzyıldan öteye, Dünya düşünce tarihinde kültüründe yeri yok! Fakat Eski Yunan ve Hellenistik yazın, bilim ve felsefeninin Arapçaya çevrılmesi üzerine dayalı bir Abbasi Hümanizması vardı. 17. Yüzyıla kadar Avrupa Rönesansı üzerine etkili olmuştu. İslam düşüncesininin tutucu olmadığının kanıtlandığı zaman dilimi 9-12. yüzyıllardır.

Bu etki, Gazali’nin felsefe düşmanı ünlü kitabından sonra, Selçuklu ve Moğol göçerlerin fetih darbeleriyle ortadan kalktı. Grek antikitesinin 900’den fazla yapıtını Arapçaya çeviren Abbasi halifeleri, sonradan Sicilya’ya ve İspanya yolu üzerinden Avrupa düşünce ortamına Grek hümanizmasının, özellikle Eflatun ve Aristo vurgusu üzerinde, örnek olmuşlardı
" (6).


Sonsöz

Aslında bugün genelde İslam coğrafyasının özelde ise Türkiye'nin ileriye gidebilmesi için yapılması gerekenler ne kadar basit ve açık olarak görülüyor. En azından bilim ve teknoloji alanında... Çokkültürlülüğe yönel, her tür bilgiyi kendi diline çevir, arşivle ve insanların kullanımına sun, bilim insanlarını destekle, onları kendine çek. 

Bugünse genel olarak yapılanlar bunların tam tersi sanırım.

Peki neden? Sanırım iktidarlar iktidarlarını sürdürebilmek için o cehalet ve atalet sisine gereksinim duyuyorlar da ondan.   
   
 

Kaynaklar

1- James H. S. McGregor, 2021, Tarihöncesinden Bugüne Akdeniz Dünyası ve Doğa, İş Bankası Yayınları.

2- İslam Ansiklopedisi, Beyt'ül Hikme Maddesi

3- Wikipedia, Beyt'ül Hikme Maddesi

4- https://www.evrensel.net/haber/219521/islam-dunyasinda-beyin-verimsizligi

5- Gazali, İhya 1, s. 12. Aktaran: https://acikerisim.deu.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12397/10929/253656.pdf?sequence=1&isAllowed=y

6- https://www.herkesebilimteknoloji.com/yazarlar/dogan-kuban/dusunce-ozgurlugu-ve-hukuk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder