19 Aralık 2020 Cumartesi

Roma Tapınakları

Geçenlerde Yunan tapınaklarını yazarken Roma tapınaklarını da yazmanın yararlı olacağını düşündüm. Zira aslında Anadolu’da gezerken rastladığımız tapınakların çoğu Roma döneminden kalma. Ama aynı zamanda hemen hepsi de Yunan tarzında yapılmış. Bu karışıklığı birazcık didikleyeceğiz aslında bu yazıda. Yoksa kuru kuruya bir karşılaştırma kolay, onu Google da yapar. 

Her ne kadar böyle atarlı laflar etsem de karşılaştırmalar da yapacağım tabi. Zira Roma tapınaklarını sıfırdan anlatmaktansa Yunan tapınakları üzerinden okumak daha anlamlı. Onun için blogtaki Yunan Tapınakları ve Antik Yunan Mimarisinde Düzenler yazılarını okumanızı öneririm. Yazının sonuna linklerini koydum.

Evet, başlayabiliriz. Şimdi, Romalıların tapınaklarını incelemek için önce Romalıların kim olduklarını biraz konuşmak gerekiyor. Tabi bu bizim ve blogun boyunu aşacak bir konu ama kısaca özetlemeye çalışayım.

Romalıların kökenleri tam bilinmiyor. Mitolojik anlatılara bakacak olursak Troya Savaşı’ndan sonra kent Yunanlar (Akhalar ya da Mykenler demek daha doğru belki) tarafından yağmalanıp yakılırken Aeneas adındaki bir soylu prens (ki annesi Tanrıça Aphrodite oluyor bu abinin) babasını ve 3-5 (ya da 20-30, mitoloji bu, sayılara takılmayın) kankasını alıp kentten kaçıyor ve Romalı yazar Vergilius’un Aeneas destanında anlattığı bin bir macera sonunda bugün Roma kentinin bulunduğu kıyılara çıkıp kentin ve Romalıların temelini atıyor. Bu arada MÖ 1. yüzyılda yazılan bu eseri şiddetle öneririm. İlyada ve Odisseia'nın üstüne güzel cila olur...

Aeneas'ın Troya'dan Kaçışı, Pompeo Batoni (1753). Kaynak: web1. 
Aeneas babasını sırtına almış kaçarken arkada Troya yakılıyor. Aeneas Venüs'ün (Aphrodite) oğlu olduğu için muhtemelen hemen arkasında kaçmasına yardımcı olan kadın Venüs ve küçük çocuk da oğlu Iulus olmalı. Caesar’ın ve daha sonra Augustus’un isimlerinde yer alan “Iulius” işte bu çocuktan gelmedir. Yani bu aile köklerin Iulus’A dolayısıyla Aeneas’a ve Venüs’e dayandırır. 

Aeneas aymı Odysseus'a benzer biçimde türlü maceralar atlattıktan sonra takipçileri ile birlikte bugün İtalya dediğimiz (o zamanlarda böyle bir ülke yok doğal olarak) çizmenin batı tarafında, ortasına yakın bir yerde karaya çıkıyor. Sonra efendim olaylar, olaylar... Remus ve Romuluslar, kurdun emzirdiği çocuklar ve Roma kenti kuruluyor... 

8 Aralık 2020 Salı

Antik Yunan Tapınakları

Evet, bu yazının konusu antik kentlerin en fotojenik yapıları olan tapınaklar. Tabi sadece antik Yunan tapınaklarını ele alacağım. Bunlara çok benzeyen ama aslında ciddi farklar da içeren Roma dönemi tapınaklarını artık başka yazıda konuşuruz. Bu yazı yeterince uzun ve sıkıcı olacak gibi zaten.

Çok acaip derin bir konu, nereden tutulur, nasıl gidilir bilmiyorum ama başlayalım bakalım. İlk önce kökenleri. (Bir yazıya nasıl başlayacağınızı bilmiyorsanız hemen kökenine, tarihçesine filan girin. Ordan bi şekilde akar gider...)

Antik Yunan Tapınaklarının Kökenleri
Tüm toplumlarda olduğu gibi doğal olarak Yunanlıların da ilk tapınakları hakkında kapsamlı bilgimiz yok, muhtemelen taştan değil kerpiç ve ahşaptandılar ve günümüze izleri kalmadı (ya da henüz bulamadık, ya da ben bilmiyorum, bilen haber etsin). Hatta bir çok uzmana göre en erken tapınma ritüelleri mağaralarda veya açık alanlarda yani herhangi bir binaya gereksinim duyulmadan yapılmaktaydı.  

Bu arada “Yunanlılar kim?", "En erken Yunanlılar kimler?" gibi derya deniz başka sorulara açılıyor bu kapı. Detaya girmeden şöyle diyeyim, bu konuda baya bir tartışma var. Genelde uzmanlar tarihte dile göre sınıflandırma yapıyorlar, yani Yunanca konuşan halkları Yunan olarak kabul ediyorlar. Ama tabi bu hala tartışılan bir konu. 

Yunanca konuştuğuna emin olduğumuz ilk topluluklar bugün “Mykenler” olarak adlandırdığımız Yunan anakarasının güney bölgelerinde yaşayan (muhtemelen buralara Bakır çağında (MÖ 1600ler) kuzeyden geldiler) ve Mykenai, Pylos, Trynis ... gibi bağımsız kent-devletlerinde yaşayan kavimlerdi. İşte bu arkadaşların tapınaklarına dair pek bir bilgi yok elimizde. Mezarlarını biliyoruz, saraylarını biliyoruz ama tapınak... cık. Tabi bu tapınakları yok anlamına gelmiyor. Dediğim gibi muhtemelen kerpiç ve ahşaptan oldukları anlamına geliyor. Yine muhtemelen bu tapınaklar MEGARON plan şemasına sahiplerdi. Çünkü sarayların kabul salonlarında ve bazı evlerde bu plan şemasının prestij göstergesi olarak kullanıldığı biliniyor. Megaronun kökeni ise tartışmalı. Yunan anakarasına ait olduğunu söyleyenler de var, Anadolu’dan oraya gittiğini söyleyenler de...     


Tipik bir Myken dönemi megaronu. 
A: Giriş Mekanı - Önü açık, üstü kapalı yarı açık alan giriş portikosu/sundurması olarak da adlandırılabilir.
B: Ara Mekan - Bu mekan opsiyonel. Genelde erken dönem Myken megaronlarında bulunuyor, daha sonraları pek görünmüyor.
C: Ana Mekan - Ortada ocak/sunak vs... olabiliyor. Ortadaki dört sütun opsiyonel. Mekan büyük olursa mecburen konuluyor. Bu megaron aynı zamanda taht odası olarak kullanıldığı için alt tarafa bir de taht yerleştirilmiş. (Dikdörtgen olan)
Dipnot olarak ülkemizde Mimarlar Odası'nın ambleminin de megarondan geldiğini hatırlatayım.
Bu arada Mykenler yazıyı kullanıyorlardı zaten bu sayede Yunanca konuştuklarını biliyoruz ve bugün Yunan mitolojisindeki bazı tanrı-tanrıça isimleri o metinlerde geçiyor. Taa o zamandan gelenler var yani. Ama hepsi değil. Artık Yunan mitolojisindeki bir çok figürün doğu kökenli olduğu neredeyse kesin olarak biliniyor. 

21 Kasım 2020 Cumartesi

Binaların Altında Kalan Tanrılar

Yok, başlık yanıltmasın sizi, bir mit anlatmayacağım. Yakın zaman önce yaşadığımız üzücü depremle de ilgili değil... Ya da ilgili mi acaba? Tam emin değilim... 

İzmir'de özellikle kent merkezinde Helenistik ve Roma dönemi kalıntıları ile sıklıkla karşılaşırız. Agora ve çevresinde o zamanki adıyla Smyrna'ya ait bir çok yapının izi, arkeologların özenli çabalarıyla gün yüzüne çıkartılıyor. Kadifekale'nin de kentin Akropolisi olduğunu biliyoruz. Ancak İzmir'de antik kentlerde sıklıkla karşılaştığımız görkemli tapınak kalıntılarının olmayışı hep dikkatimi çekmiştir. 

Şüphesiz tüm antik kentlerde olduğu gibi Smyrna'da da bir çok tapınak, sunak, kutsal alan bulunuyordu. Ancak kentin, Helenistik ve pagan Roma dönemlerinden sonra Hristiyan Roma, Beylikler, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde aynı alanda gelişmesi günümüze sınırlı sayıda yapının algılanabilir bütünlükte gelebilmesine neden olmuş. Ve maalesef bunların arasında da antik kentlerde görmeye alıştığımız tapınaklar yok. Tabi Bayraklı Tepekule'deki Athena Tapınağı hariç. Onu ve bence biraz da sorunlu restorasyonunu başka bir yazıda ele alalım... 

Bu yazıda Helenistik ve Roma döneminden kalma yerini bildiğimiz bir kaç tapınaktan bahsedeceğim. Öncelikle çok emin olmadıklarımdan... Birincisi antik kentin Akropolisi olan Kadifekale tepesinde mutlaka kutsal alanlar ve tapınaklar olmalı idi ancak bildiğim kadarıyla bunlardan hiç bir iz kalmamış. İkinci olarak bugün Agora alanının kenarındaki okul binasının olduğu yerde bir tapınak olabileceğini alanda çalışan arkeologlardan duymuştum. Okulun oturduğu terasın topografyası, boyutu ve yönlenmesi, Agoraya yakınlığı burada bir tapınak olabileceğini düşündürüyor ancak tabii ki bu konuda daha kesin şeyler söyleyebilmek için okulun taşınıp arkeolojik araştırmaların yapılması gerekiyor. Kazı ekiplerinin ürettiği çizimlerde de hep o okulun olduğu alanda "Tapınak (?)" ibaresi var. 

17 Ekim 2020 Cumartesi

Antik Çağ Romanları

Tarihi romanlar, tarihi sevmenin, sevmeye başlamanın iyi bir yolu. Ben özellikle Antik Yunan ve Roma’da geçen romanların hastasıyımdır. Rastladığım bu kapsama giren kitapları hemen alır okurum. Gerçi galiba başlarda daha keyif veriyordu bu kitaplar. Artık bazen kendimi yazarın yaptığı tarih hatalarının peşine düşmüşken buluyorum. Bir nevi mesleki deformasyon.

Yeri gelmişken sıklıkla yapılan tartışmaya da değinmeden geçmeyeyim, tarih kurgu eserden (roman, dizi, sinema vs...) öğrenilmez arkadaşlar. Şüphesiz bu eserler dönemleri gözümüzde canlandırmamıza müthiş katkı sunarlar ancak bunların bir kurgu olduğunu, bilim insanlarının kaygı ve dikkatlerine sahip olmadıklarını akıldan çıkarmamak lazım.

Aşağıda bu alana ilgi duyanlar için bazı kitap önerilerim ve kısa tanıtımlarım var. En çekindiğim şey bir roman veya film hakkında spoiler yemek olduğundan mümkün olduğunca içeriklere girmemeye çalışacağım merak etmeyin. Sıralamayı genelde yaşandıkları/kurgulandıkları döneme göre yaptım. Önce Arkaik, sonra Klasik ve Helenistik dönem, en sonda da Roma dönemi romanları...

12 Ekim 2020 Pazartesi

Troya'nın Yeni Finali

Troya Savaşı ve sonucu hakkında herkesin iyi kötü bilgisi vardır. 

Çook çok özetle, Akhalar, yani Yunanistan anakarasından gelen kavimlerden oluşan ordu 10 yıl boyunca Troya kentini kuşatır, türlü türlü savaşlar olur ancak bir türlü kent ele geçirilemez. En sonunda kurnaz Odysseus bir "Tahta At" hilesi ile kenti alma planı yapar. Akhalar sanki yenilmişler gibi gemilerine binip geri çekliecek, Bozcaada arkasına saklanacaklardır. Çekilmeden önce de -sözde- dönüş yolculukları sorunsuz olsun diye tanrıların gönlünü yapmak için büyük bir tahta at inşa edip adak olarak Troya sahiline bırakacaklardır. Tabi asıl plan, bu tahta atın içine savaşçıların gizlenmesi, Troyalılar atı kentlerine sokunca içerden kent kapılarının bu savaşçılar tarafından açılması ve geri dönen Akha ordusunun kente dalıp katliam yaparak kenti ele geçirmesi vardır ve plan tam da böyle gerçekleşir.

Saftirik Troyalılar tahta atı kente alıyor. Hiç inandırıcı değil. Bi de halay çekiyolar. Yok artık... Ama hakkını verelim, çok güzel bir görselleştirme. Ne yazık ki internette sahipsiz dolaşan bu görselin kime ait olduğunu bulamadım. 
(Görsel: web1)

Bu anlatı ve sonrasında Odysseus'un yurduna dönüş macerasını konu alan yani Homeros'un ünlü Ilyada ve Odysseia mitleri herhalde şimdiye kadar en çok yazılan, okunan yorumlanan anlatılardır. Haklı olarak Batı edebiyatının başlangıcı olarak kabul edilir. Tabi Homeros hikayenin tamamını anlatmaz. Örneğin tahta at kısmı Homeros'ta yoktur, diğer kaynaklara başvurmak gerekir.  

Neyse, amacım çok fazla bu anlatıların derinlerine dalmak değil, yoksa çıkamayız ama şimdiye kadar okumamış olanlara Ilyada ve Odysseia'yı şiddetle tavsiye etmeden geçmeyeyim. Doğrudan Homeros'un ağdalı diline atılmaktan çekiniyorsanız öncesinde düzyazı olarak, örneğin Şefik Can'ın "Klasik Yunan Mitolojisi" kitabı veya benzer bir çok kaynaktan mitin düzyazı ve özetlenmiş halini okuyup sonra Homeros'a geçebilirsiniz. Ama Homeros'u mutlaka okumanız gerekir. Çok görkemli ve etkileyici bir anlatımdır. 

Anadolu'nun görkemli anlatıları/anlatıcıları deyince ben hep şu üç kişiyi kafamda birbirine çok yakın addederim:

Homeros --- Yaşar Kemal --- Halikarnas Balıkçısı


Yaşar Kemal'in özellikle dönüp dönüp okuduğum İnce Memed'inde Homerosvari bir tat bulurum. Halikarnas Balıkçısı da bana sanki Ege'nin Yaşar Kemal'i gibi gelir.

4 Ekim 2020 Pazar

Ayasofya Kilise mi, Cami mi, Müze mi?

Hakkında bu kadar çok şey yazılan bir yapı hakkında yeni bir şeyler yazmak zor. Herkesin bu kadar bildiği ya da belki bildiğini sandığı bir yapı hakkında... Ama Caesar yazısında da söylediğim gibi bazı şeyleri o kadar çok bildiğimizi sanıyoruz ki bu sanrımız o şey hakkındaki bilgisizliğimizi gizleyebiliyor. Bu nedenle Ayasofya’yı derli toplu bir şekilde tekrar yazmak iyi olacak gibi görünüyor. Hazır bunu yaparken de Ayasofya'nın bariz olarak gözümüzün önünde değişip duran işlevlerinden başka bir işlevi daha olduğunu söyleyerek biraz algımızı genişleteyim istiyorum:

İktidarın temsili olarak Ayasofya. Bu da gerçi çok bilinmeyen bir şey değil ancak bazılarımıza yeni gelebilir. Ayasofya ayakta durduğu yaklaşık 1500 yıl boyunca sürekli değişen güç odakları tarafından işlevinden bağımsız, çoğu zaman onu aşan düzeyde bir göstergeye dönüştürülmüştür.

Çok havalı laf ettim, bakalım altından kalkabilecek miyim... 

Marmara Denizi fonu ile Ayasofya (Görsel: web8).

Etimoloji
Etimoloji ile başlayalım. Ne demek Ayasofya? Günümüz Türkçesine Ayasofya olarak geçen bu sözcük aslında Yunanca iki sözcükten oluşuyor. "Ἁγία Σοφία" yani “Hagia” ve “Sophia”. Çok kestirme bir çeviri ile hagia=kutsal, sophia=hikmet/bilgelik yani “Hagia Sophia” da “Kutsal Bilgelik” demektir diyebiliriz. 

Ayasofya bu alanda yapılan ilk kilise değil. Öncesinde muhtemelen bir pagan tapınağı olan alanda ilk olarak, kenti Roma İmparatorluğu'nun başkenti haline getiren 1. Konstantinus bir kilisenin yapımına başlıyor ve olaylar gelişiyor:

1. Ayasofya: II. Konstantius'un Büyük Kilisesi (360-404)
Bu alandaki ilk kilise imparator II. Konstantius (hükümdarlığı: 337-361) zamanında tamamlandı. Küçük bir Yunan kenti olan Byzantium'u Roma İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinapolis'e dönüştüren Büyük Konstantinus'la karıştırmayın. Onun oğlu bu arkadaş. 

II. Konstantius (web3). Afacan bir çocuk gibi görünse de II. Konstantius Bizans'ın önemli imparatorlarından biri idi (Görsel: wikipedia).

İşte bu alandaki bildiğimiz ilk kilise bu imparator zamanında hizmete açıldı. Bazı kaynaklar kilisenin inşaatının babası zamanında başladığını da iddia ediyor. 15 Şubat 360 yılında kutsanarak açılan kilise kentin en büyük kilisesi olduğu için "Magna Ecclesia" yani "Büyük Kilise" olarak anılıyordu (web1). Bu ilk kilisenin biçimi hakkında pek fazla bilgimiz yok ancak o zamanın baskın geleneği olarak Roma'daki ilk St. Peter kilisesine benzer, bazilikal bir plan şemasına sahip olması kuvvetle muhtemel. 

Roma'daki St. Peter Kilisesi'nin yaklaşık olarak 4. yüzyılın ilk yarısında, ilk inşa edildiğindeki hali (Görsel: web2).
Büyük Kilise'nin bu kiliseye ne kadar benzediğini bilmemize imkan yok ama benim tahminim hayli benzediği yönünde. Belki biraz daha küçük olabilir.

22 Eylül 2020 Salı

Caesar’ın Görkemli Hayatı ve Roma İçin Anlamı

İnsanlık tarihinde çok az insanın ulaştığı bir şöhrete sahiptir Caesar. Yani tam adıyla Gaius Iulius Caesar. Antik çağ ya da Roma hakkında hiç bir bilgiye sahip olmayan insanların zihninde bile bir şeyler çağrıştırır Caesar ismi. Kendisi ile ilgili, “Sen de mi Brütüs”, “Sezar’ın hakkı Sezar’a”, “Geldim, gördüm, yendim”, "Rubicon'u geçmek", "zarlar atıldı" gibi deyişler günlük hayatta bile kullanılır. Kullanılır ama nerdeyse hepsi yanlış veya hangi bağlamda söylendiği, anlamlı olduğu bilinmeden.

Genelde “bilindik” bir çok tarihi kavram/kişi gibi Caesar’da çok tanınmışlığın altına kalan bilinmezlikten muzdariptir. Kim olduğu, ne yaptığı ya da yapmadığı pek bilinmez. Caesar’ı tanırız tabii ki hepimiz ama onunla ilgili 3. cümleyi kuramayız. 

Bu yazıda biraz bu görkemli adamın hayatını konuşalım istedim. Düşündüğümden çok uzun bir yazı oldu. Yazmalara doyamadım ama hala daha değinmediğim, yazmak isteyip “ya çok da uzatmayayım artık” dediğim o kadar çok şey kaldı ki. Gerçekten de zor bir iş Caesar’ı çerçeveleyip bir özet yazı haline getirmek. Zira Caesar’a biraz yaklaşabilmek, onu daha iyi anlayabilmek için Roma tarihini, özellikle geç cumhuriyet dönemindeki MÖ 2-1. yüzyıllardaki siyasi ve askeri ortamı biraz bilmek gerekiyor. Bunları gözardı ederek kurulan Caesar anlatıları yüzeysel kahraman ya da bir zalim tarifinin/hayalinin üstüne çıkamıyor. Zira Caesar yaptığı her şeyi dönemin yozlaşmış cumhuriyetinin içinde, onun ilke ve teamüllerini esneterek hatta bazen kopuncaya kadar çekiştirerek yapıyor. 

Caesar hakkında tarihi ve edebi bir çok kaynak var. Bunların hepsine hakim olmak benim için olanaksız. Mümkün olduğunca güvenilir kaynaklara dayanarak bir anlatı oluşturmaya çalıştım ama arada spekülasyonlar(ım)a da yer verdim.

Bu arada bu yazının büyük kısmını 2020 yaz tatilinde Kemer’de bir havuz başında aşağıdaki kitabı okurken yazdığımı da söyleyeyim (Bu, kışın okuyup aah ah demek için bir not).


Caesar’ın Adının Hikayesi
Şimdi en önemli meseleden başlayalım. Bu adamın adı ne? Yok, daha önemlisi nasıl okunuyor? Tam Latince adı GAIVS IVLIVS CAESAR. Latince’de “v”ler “u”ya yakın okunduğu için Türkçe okunuşu GAYUS YULİUS KAYSER. Arkadaşlar biliyorum Kayser biraz kaba geliyor ve içinizden “Sezar” diye okuyorsunuz ama bu en sık yaptığımız, artık neredeyse dile yerleştirdiğimiz bir yanlış. Yani o kadar yerleşmiş ki acaba rahatını bozmasak da artık orada kalsa, Sezar diye mi devam etsek diye düşünüyor insan. Yok, ama doğrusunu bilelim. Evet, acı haber: 

Latince CAESAR —> okunuşu —> KAYSER 

(KAYSAR da olabilir, e’yi biraz a gibi okuyun)

21 Eylül 2020 Pazartesi

Phaselis

Gezmesi en zahmetsiz ve en keyifli antik kentlerden biridir Phaselis. Zahmetsiz olması, su kemerleri, ana caddesi, hamamı, agorası ve görkemli tiyatrosu dışında açığa çıkarılmış pek fazla yapısı olmamasından kaynaklanır. Ana cadde üzerinde yürürken hafif sağ-sol yaparak görülecek tüm yapılara erişmeniz mümkün. Tabi buna bağlı olarak alanda gezerek edinilebilecek arkeolojik ve tarihsel bilgi de kısıtlı. Ama buna tezat oluşturacak biçimde antik Akdeniz’in önemli kentlerinden biri Phaselis.

Gezinin keyfine gelince, ana caddenin başlangıç ve bitişindeki harika koylar hem seyir hem de yüzmek için müthiş olanaklar sağlar. Bunun yanısıra Anadolu’da gördüğüm en güzel manzaralı tiyatrolardan birine sahiptir kent. Girince, üst sıraların arasından yükselen devasa çamın gölgesinde oturup sahne binasının üstünden manzarayı izlemeye başlayınca çıkmak istemezsiniz.

Kente bugün karayolu ile gelindiğinde askeri liman tarafından giriliyor. Açıkçası ben antik dönemde kente, daha yoğun olarak deniz tarafından yani güney limandan girildiğini tahmin ediyorum. Zira İmparator Hadrianus’un kente gelişini onurlandırmak için yapılan tek açıklıklı kapı denizden gelinen tarafta. Biliyorsunuz, bunun üç açıklıklısı da Antalya’da ve o da Hadrianus’un Antalya’ya gelişini onurlandırmak için. Neyse, bu kapıdan ileride bahsedeceğiz. Antik dönende kara taşımacılığı özellikle bu Akdeniz kıyıları gibi dağlık, çetin coğrafyalarda deniz taşımacılığına göre çok daha güçtü. O nedenle de herhalde daha çok tercih edilen giriş kapısı deniz tarafındakiydi. Ancak bugün tabi gelişen kara taşımacılığı nedeni ile çok büyük oranda kuzey tarafından, askeri liman tarafından giriliyor, ben de buradan başlayarak anlatacağım kenti.

Lycia ve Pamphilia arasında Phaselis

Ama kentten önce Phaselislilerle başlayalım. Tarihe pek de hoş bir ünle geçmemiş Phaselisliler.

Uygun limanları dolayısıyla Phaselisliler antik Akdeniz’in önemli tacirleri olarak tanınıyorlardı. Ancak pek de güvenilir tacirler olmadıkları bir çok kaynakta tekrarlanır. Kendi borçlarını, vaatlerini kolayca unuturken başkalarının kendilerine olan borçlarını hiç bir zaman unutmamakla ün salmışlardı. Ayrıca 1 mine (463 gram gümüş) karşılığı şehre gelen herkese vatandaşlık hakkı vermeleri (Gür, 2010) de aşırı paragöz olmalarına dair bir kanıt olarak sunuluyordu. Gerçi bugün biz de bir kaç yüz bin TL verene vatandaşlık veriyoruz galiba.

Akdeniz'in kıyıları Ege kadar girintili çıkıntılı değil biliyorsunuz. Kıyılarda doğal liman denilebilecek korunaklı alanlar pek fazla yok. Dolayısıyla korunaklı limanları olan alanlar hemen ticaret üssü olan kentlerin gelişmesine yol açmış. Phaselis bunların önde gelenlerinden bir tanesi. Zira bir değil üç tane korunaklı limana sahip. Bu avantajıyla Anadolu'nun Akdeniz kıyısındaki en önemli ticaret kentlerinden biri olmuş.

2 Ağustos 2020 Pazar

Fıstık

Bu yazıda diğerlerinden farklı olarak çok fazla mimarlık, tarih veya arkeoloji ile ilgili olmayan bir konudan bahsedeceğim. Fıstık, ya da daha spesifik olarak Antep Fıstığı. Başta biraz genel bilgiler verdikten sonra sizlere bir fıstık ağası olarak kendi deneyimlerimi anlatacağım. İlk kısım biraz sıkıcı ama sabredin, son kısımda goygoya doyacaksınız.

Önce şu “Çam”, “Şam”, “Antep” meselelerini açıklığa kavuşturarak başlayayım. Genelde karşılaştığımız 2 ana tür fıstık var arkadaşlar, birincisi bu yazıyla hiç alakası olmayan ÇAM FISTIĞI ve adından da anlaşılabileceği gibi çam ağacının bir türünden toplanıyor. Emin değilim ama sanırım güney ve batı Anadolu’da üretiliyor ve tek başına nadiren tüketiliyor, genelde yemeklere konuyor.

Gelelim diğer türe. Bu türün genel ismi fıstık ve üretildiği yere göre karakteristik olarak farklılaşabiliyor, farklı isimler alabiliyor. Siirt ve civarında üretilene SİİRT FISTIĞI, İran tarafında üretilene İRAN FISTIĞI deniyor. Siirt ve İran fıstıkları Antep fıstığına göre daha iri oluyor. Bir de ŞAM FISTIĞI meselesi var. Buna mesele diyorum çünkü Şam’da büyük olasılıkla fıstık üretilmiyor (bunu araştırmam lazım). Bazıları alakasız olarak ÇAM FISTIĞI’nı bozup ŞAM FISTIĞI diyor sanırım ve bunun olayla ilgisi yok. Şam fıstığı demeyin arkadaşlar. Yok öyle bir şey. Yani galiba yok. En azından Türkiye’de yok. Güzelim Antepimin fıstığına Şam fıstığı diyince millet valla bozuluyorum.

14 Mayıs 2020 Perşembe

Hades ve Persephone

Bernini'nin bir başka muazzam eserinin aklıma getirdiği bir miti anlatacağım bu yazıda. Daha önce de Apollon ve Daphne mitinde yine Bernini'nin müthiş bir eserine yer vermiştim ve bu eseri de ona şaşırtıcı bir biçimde benziyor. Dolayısıyla bu yazı sonunda iki heykeli de beraber okuyup Bernini hakkında biraz atıp tutmaya niyetim var...

Sanat tarihçileri duymasın.

Önce miti özetleyelim. özetleyelim diyorum çünkü Yunan mitlerini hakkıyla her şeye, her yan öyküye değinerek anlatmaya kalksak kitaplar yazmak zorunda kalırız. Dolayısıyla benim yapacağım bir çok farklı versiyondan bir tanesini seçip elimden geldiğince detayları atlamadan kaynaklardan yararlanarak miti derlemek. Bunun için iki güzel eseri temel aldım. Birincisi Robert Graves'in Yunan Mitleri, ikincisi ise Şefik Can'ın Klasik Yunan Mitolojisi kitabı. Başlayalım:

Adı Anılmayası Hades Kimdir

Hades (Roma mitolojisinde Pluton) aslında Yunan Pantheonu'nun zirvesindeki 3 isimden biridir. Mitlerde genellikle Zeus ön plana çıksa da Poseidon ve Hades de çoğu zaman köken ve güç bakımından Zeus'a eş tutulur. Zira üçü de aynı ana-babadan, Kronos ve Rheia'dan doğmuşlardır. Ancak tabi çocuklarını doğduğu anda (kendi iktidarını tehdit etmesinler diye) yutan Kronos'u mağlup edip kusturarak kardeşlerini babalarının midesinden kurtaran Zeus, bir adım önde olmayı hakeder.

Poseidon da fena değildir mitlerde yer alma konusunda. Denizlerde 3 dişli yabasıyla artis artis gezinir, Minotauros efsanesinde önemli bir rolü vardır, Troya Savaşı'nda Yunanlıları tutar ve "tahta atı içeri almayın" diyen rahip Lakoon'u gönderdiği deniz canavarları ile iki oğluyla birlikte öldürür. Hatta bazıları Poseidon'un Troya Savaşı'nda sanıldığından daha belirleyici olduğunu iddia ediyor. Neyse, uzun hikaye, sonra anlatayım. Ama şu ipucunu vereyim, Atlar Poseidon'un hayvanlarındandır... ANLAYANA... :)     

"Tahta atı içer almayın" diyen Troyalı Rahip Lakoon ve oğulları
Poseidon'un gönderdiği deniz canavarları (ya da yılanlar) tarafından öldürülüyor.
MÖ 200 civarına tarihlenen Helenistik bir heykelin Roma dönemi kopyası. Kaynak: web1

Kronos'a karşı zafer kazandıktan sonra dünyayı bu 3 baş tanrı kendi aralarında bölüşür. Engin denizler Poseidon'a, mavi gök ve bulutlar Zeus'a, kasvetli yeraltı ise Hades'e düşer. Evet, Hades'in biraz hakkının yendiğini düşünebilirsiniz, o da öyle düşünür... 

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Antik Anadolu Kültürlerinde Kehanet

Kim istemez geleceği bilmek?

Bugün belki eskisi kadar olmasa da hala fal yoluyla geleceğe dair kestirimlerde bulunmak rağbet görür. Kimi zaman gizli, kimi zaman eğlencesine, bazen kahve telvesinden bazense yıldızların diziliminden geleceğe dair yorum üretmek aslında bize atalarımızdan miras kalmış bir gelenek. 

Bu yazıda bu işin Anadolu’daki geçmişine dair bilgileri derleyeyim diyorum.

Geçmiş zamanlardaki kehanetle bugünkü falcılık arasındaki temel fark tabii ki öncelikle din ile içiçe olan bir geleneğin dinin pek de onaylamdığı bir alanda durmasıdır. Eski çağlarda ise mezopotamya uygarlıkları, Hititler, Mısırlılar, Yunan ve Romalılar gibi bir çok uygarlıkta kehanet dinin içerisindeydi. Hatta kehanetten sorumlu tanrılar bile vardı. Örneğin Apollon. Herşeyi gören kudretli tanrının görüş alanına dopaal olarak gelecek de girerdi.

Bir diğer fark da kehanetin sadece kişisel bir merakla sınırlı kalmaması idi. Evet, eski dünyada da insanlar kendi geleceklerine ilişkin soruların yanıtlarını ararlardı ama kehanet aynı zamanda halkın iyiliği için krallar ya da yöneticiler tarafından başvurulan bir müessese idi.

Ayrıca kehanet sadece geleceği bilmek, görmek anlamına da gelmiyordu. Aynı zamanda işlenen suçlar ya da bunların nasıl telafi edilmesi gerektiğine dair tanrıların beklentileri de bu yolla öğreniliyordu.

Yani aslında kehanet geleceği görmek değil tanrıların iradesini öğrenmenin yollarından biri idi.

Burada bir parantez açarak bu yazıda değinmeyeceğim, ayrıca detaylı bir ilgiyi hakkeden Osmanlı'da kehanet ve falcılık meselesine dair bir kaç şey söylemek isterim. Osmanlı'da fal ve falcılık halk tabakasında zaten yaygın olmakla birlikte asıl ilginci devletin en üst kademelerinde de özel bir ilgi ve himaye görüyordu. "Müneccimbaşı" diye hiyerarşide üst sıralarda yeri olan bir mevki bile ihdas edilmişti bu işler için. Müneccimbaşı resmi görev yapan müneccimlerin ve muvakkıtların başı idi. Muvakkıtlar "vaktin erbapları". Yani örneğin namaz vakitlerinin belirlenmesi, dini günlerin ne zamana denk geldiğinin hesaplanması gibi işlere bakıyorlar.

Doğrusu Osmanlı'nın İslamı, açıkça yasakladığı ama her zaman da bir miktar göz yumduğu bu falcılık meselesi ile nasıl uzlaştırdığı ilgi çekici bir konu.

Müneccimbaşı, müneccimler ve muvakkıtların
hesaplamalarında kullandıkları alet olan "sekstant". Kaynak: web6

Müneccimler ile muvakkıtların ortak çalışmasına güzel bir pratik hatırlıyorum, onu aktarayım:

Arkeolojiyi Neden Sever Bir İnsan?

Bazen kendimi belediye kepçesinin kazdığı bir kanal çukurunun başında, asfaltın altındaki toprağa bakarken bulurum. 

Düşündüğüm şey o an ortaya, gün ışığına çıkan toprak tanelerinin, taşların kepçe kazıya başlamadan önce en son ne zaman gün ışığını gördükleri olur. Basit bir kazı, taş, toprak ve en son belki de milyon yıl önce gün ışığı gören bir şeyi görmek... Bazen saçma, bazen büyüleyici gelir bu düşünce.

3 Mayıs 2020 Pazar

Anadolu Medeniyetleri Müzesi

Bu yazı evden çıkmanın yasak olduğu günlerde yazıldı. Evden çıkamayınca bilgisayarın hafızasındaki yerlerde gezinmeye, onları bilgisayarın hafızasından tekrar kendi hafızama çağırmaya başladım.

Bu gezintiler esnasında Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne yaptığım ziyaretlerin fotoğraflarında turladım bir kaç sefer ve buranın hem mekansal hem de barındırdığı eserler açısından ne müthiş bir yer olduğunu hatırladım tekrar.

Bu müze gerçekten beni en etkileyen müzelerden biridir. Gerçi son zamanlarda Türkiye'de etkileyici müzeler yapılmaya başladı, Van, Urfa, Gaziantep müzeleri gibi ama yine de buranın, belki yapının kendisi de tarihi olması dolayısıyla bendeki etkisi ve yeri hala başka.

O zaman önce kısaca yapının kendisinden bahsederek başlayalım, sonrasında müzeyi size gezdireyim... Ama tabi eserlerden sadece çok çok azını burada gösterebileceğim. Hem de mekanın olumlu etkisi olmadan ve ekranın iki boyutlu yüzeyinde bu gezi biraz yavan olacak. Ankara'ya yolunuz düşerse mutlaka en azından bir yarım gününüzü ayırıp gezmelisiniz.

21 Mart 2020 Cumartesi

Herakles, Bir Deli Oğlan

Bu yazıda Antik Yunan mitolojisinin kimine göre en görkemli kahramanı kimine göre ise delisi olan Herakles'i konuşacağız.

Günümüzde en bilinen mitolojik kahramanlarından biridir güçlü kuvvetli Herakles, ya da diğer adıyla Herkül. Başlamışken şu ad meselesi ile devam edelim. Kahramanımızın Antik Yunan mitolojisindeki adı HERAKLES, Roma mitolojisindeki adı ise HERKÜL ya da HERKÜLES. Romalılar mitolojilerinin büyük kısmını Yunanlar'dan alıp onu İtalya'nın kadim kültürlerinden Etrüsk mitolojisi ile harmanlayıp benimsemişlerdir. Karakterlerin isimlelini de bazen hafifçe değiştirip bazense Etrüsk karakterleri ile melezleyip Yunan mitolojisindeki isimlerden bambaşka birisimle ama ona çok benzer karakterlerle bir mitoloji yaratmışlardır.

17 Mart 2020 Salı

Antik Tiyatrolar

Anadolu'da kent diyebileceğimiz Antik yerleşimlerin vazgeçilmez yapısı tiyatrodur. Hattan Laodikeia gibi zengin ve topoğrafya bakımından şanslı kentlerde 2 tane tiyatroya bile rastlamak olasıdır. Yine Pergamon'da günümüze kalmamış olmakla birlikte Akroplün eteklerinin haricinde 2 tiyatro daha olduğu bilinmektedir.

Bu yazıda bu tiyatroların genel olarak ne zaman, nasıl ortaya çıktıklarına ve Yunan, Helenistik ve Roma dönemlerinde nasıl değiştiklerine değineceğim.

Öncelikle şunu söylemeliyim ki aşağıda anlatacaklarımın çoğu çeşitli kaynaklardan okuduklarımdan aklımda kalanlar. Kaynağı hatırladıklarımı yazacağım ancak bazılarını nerede okuduğumu unuttum ve hafızamda yanlış kalmış da olabilir. Onun için bunu bilimsel bir makale gibi değil bir anlatı olarak görmenizi öneririm. Az da olsa, içinde hafızamın ürettiği spekülasyonlar barındırıyor olabilir. :)

Sagalassos Tiyatrosu

Önce sözcüğün kendisi ile başlayalım. Bi kere baştan söyleyeyim, bu yapılara "Amfitiyatro" veya "Anfi" vs... demek yanlış. Bu yapılar TİYATRO. Evet, sadece bu kadar. Tiyatro. Amfitiyatrolar Roma döneminde dairesel veya eliptik olanların ismi. "Amphi" zaten Yunanca çift demek. Yani Amfitiyatro çift tiyatro, ucuca iki tiyatronun eklenmesi anlamına geliyor. Türkiye'de ayakta kalan Amfitiyatro pek yok. Pergamon'da olduğu biliniyor ancak günümüzde pek kalıntısı yok.

6 Mart 2020 Cuma

Apollon ve Daphne

Çok uzun zamandır ve sanırım üniversite son sınıfta biraz da tesadüfen aldığım bir seçmeli ders sayesinde mitolojinin -özellikle de Antik Yunan mitolojisinin- hastasıyım.

Bir çok alanda olduğu gibi mitoloji de bilgi sahibi oldukça daha çok keyif alınan ve daha çok okunan, içine dalınan bir alan. En başlarda güzel masallar olarak gelen mitlerin zamanla daha derin anlatılar olabileceklerine dair işaretleri keşfetmek, bu anlatıların içerisinde insanın geçmişinin ve bilinçaltının silik izlerinin olduğunu öğrenmek ve bu sembol dünyasının dinler-kültürler arasındaki aktarımını, sanattaki yansımalarını izlemek insanı zenginleştiriyor. Maddi olarak değilse de manen.

Başlamadan, biraz mitlerin ne olduğuna dair bir kaç şey söylemek yerinde olur. Bu konuda daha ileri okumalar için kaynakçadaki Veyne ve Graves kaynaklarına bakabilirsiniz.

Başlangıcından beri insanın en önemli arayışlarından birisi anlam arayışı olmuştur. Doğal olarak, insan bu arayışında ancak kendisinin hazır olduğu sonuçları elde edebilir. "Bu nedir" ya da "bu neden böyledir" gibi soruların yanıtları insanın o andaki donanımının çerçevesinde verilir ve dolayısıyla o çerçeveyi tarif eder. Yani neyi ararsa arasın, kendini bulur.

Eski Yunanlılar bir çok eski uygarlık gibi doğadaki somut ve somut olmayan hemen her şeyin anlamını ve geçmişini mitoloji dediğimiz bir inanç dünyasından türetmek zorundaydılar. Fen ve sosyal bilimler gibi bilgi alanlarının bugünkü anlamıyla var olmadığı dönemlerde, doğadaki varlıkları ve onların işleyiş ve ilişkilerini açıklamak için bilime başvurma gibi bir anlayış -en azından ilk filozofların Anadolu kıyılarında ortaya çıkmasına kadar- mevcut değildi. Bu nedenle dünyanın açıklanması işi gerçek dünyadan ilham alan hayal gücünün yardımı ile mitolojiye kalmıştı.

(Öneri: Önce tüm metni okuyun, daha sonra resimleri altlarındaki yorumlarla birlikte okumak için tekrar başa dönün)

GIOVANNI BATTISTA TIEPOLO, 1744 (web1)
Apollon Daphne'yi yakalamak üzereyken Daphne ağaca dönüşüyor. Apollon'un başındaki haleye dikkat! Bu aslında onun aynı zamanda Güneş Tanrısı olmasından kaynaklanıyor ve evet, bu hale ilerde Hristiyanlığa geçecek ve İsa ve azizlerin alameti farikası olacak. Bu arada İsa anlatısının da büyük oranda Roma'nın o dönemdeki Apollon/Sol kültünden türediğini savunanlar var. Bir dönem Apollon'un bir versiyonu olan Sol tek tanrı olarak kabul edilmeye doğru gidiyor ve süpriiiz... Hristiyanlık ve İsa başında halesiyle ortaya çıkıveriyor... Yerdeki yaşlı amcanın (muhtemelen bir tanrı tabi ki) kim olduğunu araştırmaya devam ediyorum. Testiden dökülen sular muhtemelen Daphne'nin Nymphalığına bir gönderme. İhtiyar da babası olabilir. Elindeki kürek kimliğine dair bir ipucu olmalı. 

Bugün artık mitolojik açıklamalara -çoğunlukla- gereksinim duymuyoruz. Doğal ve insani neredeyse her şeyi açıklamak için geliştirdiğimiz sosyal ve fen bilimleri var. Ancak yine de bu açıklamaların değerli yanları var diye düşünürüm.