14 Mayıs 2020 Perşembe

Hades ve Persephone

Bernini'nin bir başka muazzam eserinin aklıma getirdiği bir miti anlatacağım bu yazıda. Daha önce de Apollon ve Daphne mitinde yine Bernini'nin müthiş bir eserine yer vermiştim ve bu eseri de ona şaşırtıcı bir biçimde benziyor. Dolayısıyla bu yazı sonunda iki heykeli de beraber okuyup Bernini hakkında biraz atıp tutmaya niyetim var...

Sanat tarihçileri duymasın.

Önce miti özetleyelim. özetleyelim diyorum çünkü Yunan mitlerini hakkıyla her şeye, her yan öyküye değinerek anlatmaya kalksak kitaplar yazmak zorunda kalırız. Dolayısıyla benim yapacağım bir çok farklı versiyondan bir tanesini seçip elimden geldiğince detayları atlamadan kaynaklardan yararlanarak miti derlemek. Bunun için iki güzel eseri temel aldım. Birincisi Robert Graves'in Yunan Mitleri, ikincisi ise Şefik Can'ın Klasik Yunan Mitolojisi kitabı. Başlayalım:

Adı Anılmayası Hades Kimdir

Hades (Roma mitolojisinde Pluton) aslında Yunan Pantheonu'nun zirvesindeki 3 isimden biridir. Mitlerde genellikle Zeus ön plana çıksa da Poseidon ve Hades de çoğu zaman köken ve güç bakımından Zeus'a eş tutulur. Zira üçü de aynı ana-babadan, Kronos ve Rheia'dan doğmuşlardır. Ancak tabi çocuklarını doğduğu anda (kendi iktidarını tehdit etmesinler diye) yutan Kronos'u mağlup edip kusturarak kardeşlerini babalarının midesinden kurtaran Zeus, bir adım önde olmayı hakeder.

Poseidon da fena değildir mitlerde yer alma konusunda. Denizlerde 3 dişli yabasıyla artis artis gezinir, Minotauros efsanesinde önemli bir rolü vardır, Troya Savaşı'nda Yunanlıları tutar ve "tahta atı içeri almayın" diyen rahip Lakoon'u gönderdiği deniz canavarları ile iki oğluyla birlikte öldürür. Hatta bazıları Poseidon'un Troya Savaşı'nda sanıldığından daha belirleyici olduğunu iddia ediyor. Neyse, uzun hikaye, sonra anlatayım. Ama şu ipucunu vereyim, Atlar Poseidon'un hayvanlarındandır... ANLAYANA... :)     

"Tahta atı içer almayın" diyen Troyalı Rahip Lakoon ve oğulları
Poseidon'un gönderdiği deniz canavarları (ya da yılanlar) tarafından öldürülüyor.
MÖ 200 civarına tarihlenen Helenistik bir heykelin Roma dönemi kopyası. Kaynak: web1

Kronos'a karşı zafer kazandıktan sonra dünyayı bu 3 baş tanrı kendi aralarında bölüşür. Engin denizler Poseidon'a, mavi gök ve bulutlar Zeus'a, kasvetli yeraltı ise Hades'e düşer. Evet, Hades'in biraz hakkının yendiğini düşünebilirsiniz, o da öyle düşünür... 

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Antik Anadolu Kültürlerinde Kehanet

Kim istemez geleceği bilmek?

Bugün belki eskisi kadar olmasa da hala fal yoluyla geleceğe dair kestirimlerde bulunmak rağbet görür. Kimi zaman gizli, kimi zaman eğlencesine, bazen kahve telvesinden bazense yıldızların diziliminden geleceğe dair yorum üretmek aslında bize atalarımızdan miras kalmış bir gelenek. 

Bu yazıda bu işin Anadolu’daki geçmişine dair bilgileri derleyeyim diyorum.

Geçmiş zamanlardaki kehanetle bugünkü falcılık arasındaki temel fark tabii ki öncelikle din ile içiçe olan bir geleneğin dinin pek de onaylamdığı bir alanda durmasıdır. Eski çağlarda ise mezopotamya uygarlıkları, Hititler, Mısırlılar, Yunan ve Romalılar gibi bir çok uygarlıkta kehanet dinin içerisindeydi. Hatta kehanetten sorumlu tanrılar bile vardı. Örneğin Apollon. Herşeyi gören kudretli tanrının görüş alanına dopaal olarak gelecek de girerdi.

Bir diğer fark da kehanetin sadece kişisel bir merakla sınırlı kalmaması idi. Evet, eski dünyada da insanlar kendi geleceklerine ilişkin soruların yanıtlarını ararlardı ama kehanet aynı zamanda halkın iyiliği için krallar ya da yöneticiler tarafından başvurulan bir müessese idi.

Ayrıca kehanet sadece geleceği bilmek, görmek anlamına da gelmiyordu. Aynı zamanda işlenen suçlar ya da bunların nasıl telafi edilmesi gerektiğine dair tanrıların beklentileri de bu yolla öğreniliyordu.

Yani aslında kehanet geleceği görmek değil tanrıların iradesini öğrenmenin yollarından biri idi.

Burada bir parantez açarak bu yazıda değinmeyeceğim, ayrıca detaylı bir ilgiyi hakkeden Osmanlı'da kehanet ve falcılık meselesine dair bir kaç şey söylemek isterim. Osmanlı'da fal ve falcılık halk tabakasında zaten yaygın olmakla birlikte asıl ilginci devletin en üst kademelerinde de özel bir ilgi ve himaye görüyordu. "Müneccimbaşı" diye hiyerarşide üst sıralarda yeri olan bir mevki bile ihdas edilmişti bu işler için. Müneccimbaşı resmi görev yapan müneccimlerin ve muvakkıtların başı idi. Muvakkıtlar "vaktin erbapları". Yani örneğin namaz vakitlerinin belirlenmesi, dini günlerin ne zamana denk geldiğinin hesaplanması gibi işlere bakıyorlar.

Doğrusu Osmanlı'nın İslamı, açıkça yasakladığı ama her zaman da bir miktar göz yumduğu bu falcılık meselesi ile nasıl uzlaştırdığı ilgi çekici bir konu.

Müneccimbaşı, müneccimler ve muvakkıtların
hesaplamalarında kullandıkları alet olan "sekstant". Kaynak: web6

Müneccimler ile muvakkıtların ortak çalışmasına güzel bir pratik hatırlıyorum, onu aktarayım:

Arkeolojiyi Neden Sever Bir İnsan?

Bazen kendimi belediye kepçesinin kazdığı bir kanal çukurunun başında, asfaltın altındaki toprağa bakarken bulurum. 

Düşündüğüm şey o an ortaya, gün ışığına çıkan toprak tanelerinin, taşların kepçe kazıya başlamadan önce en son ne zaman gün ışığını gördükleri olur. Basit bir kazı, taş, toprak ve en son belki de milyon yıl önce gün ışığı gören bir şeyi görmek... Bazen saçma, bazen büyüleyici gelir bu düşünce.

3 Mayıs 2020 Pazar

Anadolu Medeniyetleri Müzesi

Bu yazı evden çıkmanın yasak olduğu günlerde yazıldı. Evden çıkamayınca bilgisayarın hafızasındaki yerlerde gezinmeye, onları bilgisayarın hafızasından tekrar kendi hafızama çağırmaya başladım.

Bu gezintiler esnasında Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne yaptığım ziyaretlerin fotoğraflarında turladım bir kaç sefer ve buranın hem mekansal hem de barındırdığı eserler açısından ne müthiş bir yer olduğunu hatırladım tekrar.

Bu müze gerçekten beni en etkileyen müzelerden biridir. Gerçi son zamanlarda Türkiye'de etkileyici müzeler yapılmaya başladı, Van, Urfa, Gaziantep müzeleri gibi ama yine de buranın, belki yapının kendisi de tarihi olması dolayısıyla bendeki etkisi ve yeri hala başka.

O zaman önce kısaca yapının kendisinden bahsederek başlayalım, sonrasında müzeyi size gezdireyim... Ama tabi eserlerden sadece çok çok azını burada gösterebileceğim. Hem de mekanın olumlu etkisi olmadan ve ekranın iki boyutlu yüzeyinde bu gezi biraz yavan olacak. Ankara'ya yolunuz düşerse mutlaka en azından bir yarım gününüzü ayırıp gezmelisiniz.