Roman ve öykü yazarı Halikarnas Balıkçısı, namı diğer Cevat Şakir Kabaağaçlı (1890-1973) da bir dönem kısa süreli de olsa bu hapishanede kalmıştır. Bilirsiniz, kendisi cumhuriyetin ilk yıllarında yazdığı bir yazıdan dolayı İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve Bodrum’a sürgüne gönderilmiştir. Bugün tabi Bodrum pek sürgün yeri gibi değil ancak o zamanlar Anadolu’nun doğusu-batısı farketmeksizin kırsal alanlarındaki hayat şartlarının hayli zorlu olduğu ve başkentte oturan bir yazar için de kırsala gönderilmenin sürgün anlamına geldiği bir gerçekti. Tabi bugün ne Bodrum kırsal bir alan ne de insanlar çökmüş bir megapol olan İstanbul’da kalmaya eskisi kadar hevesli. Hatta İstanbul'dan Bodrum'a ciddi bir göç de var... Ne ironi. :)
Cevat Şakir yargılanmasını, İstanbul’dan Bodrum’a olan maceralı yolculuğunu ve Bodrum’a yerleşmesini Mavi Sürgün isimli kitabında anlatır. Bütün kitapları gibi bu kitabı da bir çırpıda okunan, her ne kadar başlarda çok keyifli bir dönemi anlatmasa da sonlarda yine insana Anadolu’nun, Ege’nin güzelliğini duyumsatan bir manzumedir.
Cevat Şakir yargılanmasını, İstanbul’dan Bodrum’a olan maceralı yolculuğunu ve Bodrum’a yerleşmesini Mavi Sürgün isimli kitabında anlatır. Bütün kitapları gibi bu kitabı da bir çırpıda okunan, her ne kadar başlarda çok keyifli bir dönemi anlatmasa da sonlarda yine insana Anadolu’nun, Ege’nin güzelliğini duyumsatan bir manzumedir.
Halikarnas Balıkçısı |
Ben Balıkçı’yı, Yaşar Kemal’in Ege’li kardeşi gibi görürüm. Yaşar Kemal’in özellikle İnce Memed’de Çukurovayı anlattığı gibi Balıkçı da Ege’yi öyle bir şiirsellikle anlatır. İnsanı etkiler, çok etkilerler. Belki tek fark Yaşar Kemal her zaman coğrafyanın güzellikleri ile sömürülen, acı çeken insanların yaşamlarını, beşeriyatı yanyana getirirken Balıkçı coğrafyaya tarihi, mitolojiyi katar. Hatta bazen biraz aşırıya da kaçtığı, Anadolu şovenizmine kaydığı da söylenebilir ama bu onu okumanın büyüsünü eksiltmez.
Neyse, Balıkçı’nın İzmir’de geçirdiği günleri anlattığı bölümü aşağıya aktarıyorum:
"Tren Karşıyaka'dan geçerken, asıl İzmir'in ışıkları pırıl pırıl yanıyordu. Gökte de tek tük yıldızlar vardı. Katar şurada durdu, ıslık çaldı, beş-on adım ilerledi, yine durup bir şeyler bekledi. Nihayet Basmahane garına vardı. Şilteyi, çantayı sırtladım. Dışarıda bir karoça tuttuk, arabacıya, "Hapishane!" dendi. Araba takır tukur yürüdü.
Nöbetçili bir kapının önünde arabadan indik. Hapishanenin jandarma dairesine girdik. Donuk bir ışıkla aydınlanan bir odada, şişman bir jandarma çavuşu bir masanın yanında duruyordu. Bana baktı. Sokakta yere düşmüş bir hayvan gübresine bakar gibi baktı. Hiç hoş değildi bu bakışı Eline konan inatçı bir sineği silkiyormuş gibi bir el hareketi yaparak, yanında duran bir jandarma erine, "Götürün şunu!" dedi. Er bana, "Gel!" dedi. Yürüdüm. Ama yürümezden önce Ankara'dan beri benimle gelen babacan jandarmalara candan veda et- tim. Bana, "Gel!" diyen er, beni kapı aralığı gibi bir yere götürdü. "Bekle!" dedi, gitti. Acaba Zekeriya'ya da böyle mi yapıyorlardı? O aralığa, çimento tabana şiltemi attım. Orada önce ayakta bekledim. Sonra yorulup şilteye oturup sırtımı duvara dayadım. Öylece iki saat kadar beklettiler.
Bu sefer başka bir jandarma peyda oldu, o da, "Gel!" dedi. Kalkıp peşine düştüm. Bana döndü, sert sert, "Pılı pırtını ben mi taşıyayım? Onları kaldır, getir!" dedi. Şiltemi, çanta ve paltomu aldım. Beni bir odaya soktular.
Bu odada kimse yoktu. Odanın ağaçlı bir avluya bakan penceresi vardı. Orası hapishanenin mi, yoksa jandarma dairesinin miydi, bilemedim. Tabanda koca demir halkalar olduğuna göre, burası herhalde insanların hapsedilmesine mahsus bir yerdi. Şilteyi yere serdim, üzerine oturdum. Pek üzgündüm. Ne zaman vapura bineceğimi, ne olacağımı, ne yapacaklarını bilmiyordum. Ankara'dan İzmir'e gideceğimi eve yazmıştım.
İzmir'de bazı uzak akrabam vardı . Onların beni İzmir hapishanesinde aramalarını yazmıştım. O akrabalar eliyle bana para gönderilmesini tembih etmiştim. Ertesi gün akrabalarım geldi, onları oturduğum odaya bırakmıyorlardı. Penceremin dışarısında duruyorlardı. Ben de pencerenin iç tarafından konuşuyordum.
Onlar benim daha önce geleceğimi sanarak beş-on günden beri her gün hapishaneye uğraşmışlar. Ben geldikten sonra jandarma dairesinden ne zaman Bodrum'a gideceğimi sordular. Jandarma komutanından aldıkları bilgiye göre İstiklal Mahkemesi mahkumu olduğum için çok önemli bir mahpusmuşum, bu nedenle denizden Bodrum'a gönderemezlermiş, çünkü vapurdan denize atlayıp yüze yüze kaçmam tehlikesi varmış. Bodrum'a karadan, yaya gönderilecekmişim. Yani beni bir karakol, jandarma eşliğinde bi raki karakola gönderecekmiş. Böylece karakoldan karakola yürüyerek Bodrum'a erişecekmişim. Bu takdirde Bodrum ancak bir-iki yılda varabilirdim.
Akrabalara, jandarma dairesine başvurup otobüsle gitmemi sağlamalarını söyledim. Girişimlerinin sonucu ancak şu oldu: Tren olan yerde trenle, demiryolu olmayan yerde ise otobüsle gönderilecektim. Ben hem kendi, hem benimle gelecek iki jandarmanın gidiş masraflarını ödedikten başka, iki jandarmanın dönüş paralarını da ödeyecektim. Çünkü tren ya da otobüsle gidildiği takdirde, jandarmalar beni yaya olarak götürecekleri karakollardan çok daha ötelere gitmiş olacaklarmış. Tabii bu jandarmalar yayan dönemezlermiş. Ben de yayan dönemeyeceklerini biliyordum. Fakat ben de keyfim için gitmiyordum ya. Bu düzene göre bir yere yalnız olarak gidecek olsam sarf edeceğim paranın dört mislini ödüyordum. Bana korkunç bir yıkımdı bu. Ne var ki, yayan gidilemeyeceğine göre, bunu kabul etmek zorunda kaldım.
İzmir'e vardığımın dördüncü günü trenle Aydın'a gönderileceğimi, o nedenle benim iki jandarmayla gidişimin ve jandarmaların İzmir'e dönüşlerinin tutarı olan şu kadar paranın, tarafımdan hemen ödenmesi isteniyordu. Parayı ödedim. İzmir'de hoşuma giden bir şey, kalabalık kumruların dem çekişiydi. İstanbul'da kumrular seyrektir ve çeşitleri başkadır. Bu güney kumrularının renkleri İstanbulunkiler gibi kurşuni değil, hafifçe boza çalıyordu. İstanbul'dakiler, "Üsküdar'a gidelim!" temposunda öterlerdi. Oysa ki güneyinkiler daha sıcak sesliydiler, hem durmamacasına çark ederek ötüyorlardı.
Nihayet Aydın'a gideceğimiz gün geldi çattı, fakat hiçbirinden ses çıkmadı. O odaya hapsedildiğimin onuncu günü, kara sakallı zırdeli bir softa getirdiler yanıma. Adamın ayak bileğindeki pranganın demir zincirini odanın tabanındaki demir halkaların birine kilitlediler.
Bu adam bir mahalle mektebinde hocaymış. Oradaki küçük bir erkek çocuğunun zorla ırzına geçmiş. Sonra çıldırmış. O işi yapmazdan önce mi, sonra mı delirmiş, her ne hal ise herifi Manisa'daki tımarhaneye götüreceklermiş. Herif bütün gün çatlak ve çirkin bir sesle, sözümona türkü söylüyordu. Yaptığı gürültü, kumruların ötüşünü boğuyordu. Akşam olunca yorgunluktan mı ne, bağırmıyordu artık. Bu sefer gözlerini fal taşı gibi açarak, hiç durmamacasına okuldaki çocuğa yapmak istediği işi bana yapmayı teklif ediyordu. İlk gece kendi kendime güldüm. Felek benimle alay ediyor galiba, diye düşündüm. Bir de bu eksikti.
İzmir'de yirmi gün kadar kaldım, bir sabah erkenden beni uyandırdılar. Beni o odadan çıkartıp İzmir'e geldiğim zaman şişman jandarma çavuşunun bulunduğu odaya götürdüler. Aydın'a gideceğimi söylediler. Şilte ve çantayı koltuğumun altına aldım. Dış kapıda iki jandarma, gara kadar bizi götürecek olan karoçanın parasını peşin istediler Parayı çıkarıp verdim. Bu jandarmalar Ankara'dan İzmir'e gelen jandarmalardan bambaşkaydı. Ankara'dan gelen jandarmalarla benim aramda âdeta bir felaket arkadaşlığı peyda olmuştu. Örneğin bir arabaya bineceksek, parayı vereceğimi bildikleri için benden parayı peşin olarak istemezlerdi Oysa bu şimdiki jandarmalar, arabadan inince parayı vermekten kaçınacağımı sanıyorlardı galiba.
Karoçaya binip Alsancak istasyonuna gittik, trene bindik. O sıralarda oradan kalkan trenler neredeyse bando mızıkayla kalkarlardı. İlkin bir adam bir düdük öttürür, bir başkası bir boru üfler, birisi bir şeyler seslenir, bir kampana çalar, lokomotif de bir düdük öttürür, tren kalkardı. Biz de öyle kalktık.”
Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün, 2017, Bilgi Yayınevi, 96-99.
Kimbilir orada ne acılar, ne hasretler çekilmiştir...
YanıtlaSil